Merhaba, 17-18 Eylül tarihlerinde yapılan Uluslararası Avrasya Ekonomileri Sempozyumuna Ekonometri Bölümünden arkadaşım Emre ile yazdığımız ortak bildirinin kabul alması sonrası bize Rusya yolları görünmüştü :) Biz de ayağımıza kadar gelen fırsatı kaçırmayarak kendimize bir haftalık bir plan yaptık. Buna göre 16’sı sabahı St. Petersbug’da olacak şekilde İstanbul’dan hareket edecek ve 22’si akşamı da Moskova üzerinden İstanbul’a dönecektik. Bu plana göre toplamda booking.com’dan 6 gece - 7 günü kapsayacak şekilde iki hostele rezervasyon yaptık ve planımız küçük aksamalara rağmen gerçekleşti. Bu yedi günlük Rusya seyahatimizi mümkün mertebe özetlemeye çalışarak iki yazı halinde yayımlacağım. 15 Eylül’ü 16 Eylül’e bağlayan gece saat 00.15’te Atatürk Havalimanından başlayan ve yaklaşık 3 saat süren St. Petersburg yolculuğumuz sonrası, saat farkının da etkisi ile yerel saat ile 04.30 civarında küçük ve eski bir havalimanı olan Pulkovo Havalimanına indik. Haliyle önceden erken geleceğimizi haber vermiş olsak da o saatte önceden ayarladığımız hostele gidemezdik. Zaten uçakta ve havalimanında düzgün İngilizce konuşamayan personellerle uğraşmak zorunda kaldık. Neyse ki bir şekilde havalimanı çıkışı sonrası bizim gibi sempozyuma gelenlerle birlikte bir otobüsle metro durağına geçtik. Oradan da biz kalacağımız hostele geçtik. Havalimanındaki personelin bile İngilizce sıkıntısı varken hosteldeki görevlinin İngilizce bilmesi beklenemezdi :) ve biz de derdimizi anlatamadık ama en azından bavulları bırakıp Rusya havası solumak için sokaklara çıktık. St. Petersburg (önceki adlarıyla Petrograd veya Leningrad) tarihi olan, muhteşem bir dokuya sahip, barok mimarisin enfes örneklerini görebileceğiniz bir kent. (Ayrıca kent koruma altında tutuluyor. Ör; binanızı kafanıza estiği gibi boyamanız vs. mümkün değil ya da başka bir gösterge olarak Gazprom’un şehre gökdelen yapma isteği reddedilmiş.) Kentin kendisi bir bütün olarak sanat eseri gibi duruyor. Şehri Fransız estetiği ile Alman mühendisliğinin birleşimi olarak nitelendirebilirim. Öte yandan bizim gibi İstanbul kaosunda yaşamaya alışanlar için çok büyük bir şehir değil. Gitmeden öğrendiğimiz ve daha sonra Moskova ile karşılaştırıp onayladığımız kadarıyla St. Petersburg daha batılı bir kent. (Bu önermeyi kendi adıma salt olumlama anlamında kullandığım düşünülmesin.) İnsanların tüketim kalıpları, duruşları vb. birçok unsur size bir Orta Avrupa kentindeymişsiniz havası verebilir. Şehirde Nevsky caddesi diye ünlü bir cadde var ve birçok kritik mekan / müze / park bu caddenin etrafına toplanmış durumda. Ayrıca yine bu caddenin bağlandığı şehrin kuzey kısmında - ada kesiminde de önemli yerler var. Bu açıdan keşfi oldukça kolay bir kent de aynı zamanda. Görülmesi gereken yerler olarak öne çıkan Hermitage Müzesi, Kazan Katedrali, Kanlı Katedral, Peter-Paul Kalesi, Aurora Kruvazörü, Peterhof Sarayı, Askeri Açık Hava Müzesi ve bunların dışında hepsi birbirinden güzel caddeleri, kiliseleri ve daha birçok yeri ile St. Petersburg sanat tutkunları için muhteşem bir kent. Bu yazdığım önemli yerlerin ayrıntılı açıklamasını yapmayacağım. Tek tek anlatmaya kalkarsam her biri için ayrıca yazı gerekir. İlgilenenler için Hz. Google oldukça geniş bilgi sunmakta. :) St. Petersburg, Rusya'nın en büyük kenti olmamasına rağmen, St. Petersburg metrosu yanında İstanbul metrosu çuf-çuf olarak kalıyor. Her metro istasyonu bir kimliğe sahip ve Moskova kadar olmasa da sanat eseri gibiler. Ayrıca şaşırdığımız bir nokta da insanlar metrolarda telefonla konuşabiliyorlardı. Yanlış anlaşılmasın, metro bizdeki gibi arada yerin üzerinden gitmiyor, yerin oldukça altından gidiyor. (Moskova metro ağı ise başlı başına bir mühendislik harikası.) Öte yandan St. Petersburg’da yerel lezzet olarak borç çorbası ve şu an adını unuttuğum bir et yemeğini yiyebilirsiniz. Muhteşem değiller (Adını unuttum oradan anlayın.) ama denenebilir. Nevsky caddesi boyunca ve birçok yerde birçok kafe - restaurantta yemek yiyebilirsiniz ve tabii ki bir şeyler içebilirsiniz. Türkiye gibi içki bazı yerlere özgü bir lüks değil. Biz ilk iş olarak İngilizce şehir haritası bulmaya çalıştık ancak büfelerde vs. bulamadık. Önce Rusça sonra da İngilizce harita – rehber bulmayı başardık. (Başardık diyorum çünkü İngilizce bilmemelerinin yanında doğal olarak turistlere yönelik pazarlama mantığı henüz yerleşmemiş. Beğenmediğimiz Sultanahmet esnafı bu konuda daha çok iş bitirir konumda diyebilirim.) Bu sayede seyahatimiz oldukça verimli geçti. İlk gün, ayın 19’u için Moskova’ya gidiş biletini almaya karar verdik. Tren istasyonunda gişedeki görevli teyzemiz inanılmaz ağır çalışmasına ek olarak iki kelime dahi İngilizce bilmediği için kılı kırk yararak bileti aldık. O arada bir Rus gençle Eurobasket muhabbeti olmak üzere birçok şeyi konuştum ve o genç vasıtasıyla teyzemizle anlaştık ve oldukça pahalı olan St. Petersburg – Moskova hızlı tren biletini cebimize koyduk. (Tren bileti oldukça pahalı. Zaten kent pahalı bir kent. Yanlış hatırlamıyorsam bilet 3700 ruble - yaklaşık 230 TL idi. Yani kur şöyle: 1 TL: 16,2 Ruble - Paralarındaki sıfırlar sizi kandırmasın.) Şehirde geçirdiğimiz üç gün boyunca nereye hangi sırayla gittiğimizi tam olarak hatırlayamıyorum çünkü gerek ulaşımın kolaylığı, gerekse tarihi yerleri gündüz ve gece ayrı ayrı görme isteğimiz nedeniyle birçok yere iki veya üç kere gittik. Yukarıda yazdığım yerlerden Peterhof Sarayı hariç hepsini gördük. (Özellikle Hermitage Müzesi ve Kanlı Katedral'i öncelik sıranızda üstlere yazmanızı tavsiye ederim.) Emre’de olan adım sayacı da ortalama olarak her gün 25.000 civarında adım attığımızı gösterdiğine göre sanırım şehrin altını üstüne getirmişiz diyebilirim :) Ancak kabaca ilk gün şehri genel olarak keşfettiğimizi, ikinci gün sempozyuma katılıp sunum yaptığımızı üçüncü gün de yeniden gezdiğimizi söyleyebilirim. (Evet şu an akademisyenlerin ipliğini pazara çıkartıyorum: İki günlük sempozyumun sadece bir gününe katıldık. Kendimizi kandırmayalım, bu tip sempozyumlarda sunum yapan herkes, açılış hariç sadece kendi sunumunun olduğu oturuma katılır ve en fazla o günkü sunumları dinler. Tabii ki bu önerme herkesi kapsamaz ama genel eğilim bu yöndedir. Bunu bu tip sempozyumların güzel şehirlerde yapılmasından da anlayabilirsiniz. Bu arada sempozyumda sabahleyin açılış oturumunda beni kahvesiz bırakanlara da ayrıca teessüf ederim :p ) Bu müzeleri gezerken her bir müzenin tek başına en azından bir gününüzü alabileceğini unutmayın. Özellikle Hermitage müzesi farklı bölümleriyle bir hafta boyunca bile gezilebilir. Biz de zaman ayarlamamızı ona göre yaptık. Tabii bazı ilginç şeylerle de karşılaştık. Örneğin, müze girişi ile fotoğraf çekmenin ayrı ayrı ücretleri olduğunu öğrendik. Kanlı Katedral’in yanıbaşındaki hediyelik eşya dükkanlarında bir Azeri esnafla karşılaştık ve nispeten ucuza hediye almayı başardık. Bu esnaf arkadaşımız, ürünler için iki fiyat olduğunu, Türklere yarı fiyatına verdiğini, ancak mesela Amerikan bir turist geldiğinde indirim yapmamaya çalıştığını söyledi. Ayrıca bildiğiniz gibi son G-20 zirvesi St. Petersburg’da yapıldı. Bu zirve sonrası hükümetten bazı kişilerin ondan hediyelik eşya aldığını da öğrenmiş olduk. Son olarak kaldığımız hostel, SS Hostel’di. Booking.com kullananlar için tavsiye ederim. Hem ucuz, hem oldukça temiz, hem de şehrin tam merkezinde. Hosteller sizin için uygun değilse hotel fiyatlarının yüksek olduğunu hatırlatmak isterim. St. Petersburg'da geçirdiğimiz üç tam gün sonrası 19'u sabahı saat 06.45'te hızlı trenle Moskova yolculuğuna çıktık. Moskova günleri ve Rusya seyahati için sosyal-bilimci gözüyle kritik gördüğüm notlar ile tavsiyeleri içeren bir sonraki yazıda görüşmek üzere. 23 Eylül 2013
4 Comments
Bazen basketbolda istatistiklerde "görünmeyen" işler yapan oyuncular vardır. Efes'ten son dönemlerde aklımda kaldığı kadarıyla Michalis Kakiouzis, Jamon Lucas gibi oyuncular istatistik kağıdında muhteşem bir performansa sahip olmasalar bile, verdikleri çok akıllı bir pas, yaptıkları çok kritik bir savunma, kritik bir anda doğru oyunu oynamaları ve her zaman belli bir çizgide oynamaları ile takımlarına ciddi faydalar sağlarlar. Bu yönleriyle de Popovich, Mahmuti, Ivkovic gibi sisteme sadık koçlar için çok çok önemlidirler. Eurobasket 2013'de çok kötü bir performans sergileyerek ilk turda elenme başarısını! gösteren milli takımımızda da böyle iki oyuncu vardı: Ender Arslan ve özellikle cesuryürek Kerem Gönlüm! Turnuva sonrası, maçları izleyen kime sorsak Gönlüm ve Ender dışındaki tüm oyuncuların ve teknik ekibin rezil bir turnuva geçirdiğinde hemfikirdir muhtemelen. Tabi ki istatistikleri çöpe atmıyoruz. Nitekim bu görüşün altyapısını, 5 maçlık kısa turnuva maceramızın istatistiklerine baktığımızda da görebiliyoruz. Takımda maç başına 12.4 sayı, 6,4 ribaund ile Gönlüm bu alanlarda takımın en iyisi konumunda. Ender ise maç başına 11,6 sayı ile üçüncü skorer, 3,6 asist ile ikinci asistçi konumunda. Oysa istatistikler başka rakamlar da söylüyor. Örneğin; Ersan da 12,2 sayı ve 5 ribaund ve Emir de bençten gelen bir oyuncu olarak 8,8 sayı, 3,8 asist, 3,8 ribaund ile başarılı bir turnuva geçirmiş gibi görünüyor. Peki maçlarımızı izleyenler neden sadece Gönlüm ve Ender'den bahsediyor? Cevabı oldukça basit aslında: "istatistiklerde görünmeyenler". Kağıt üzerinde turnuva öncesi Gönlüm ve Ender bu takım için yıldız statüsünde değillerdi ve onlardan beklenen Hido, Ömer ve Ersan'ın yanında yardımcı rol oynamalarıydı. Ancak turnuva boyunca gördük ki bu takımda iş ahlakı ile oynayan sadece Gönlüm ve Ender'di. Şöyle ki; bu oyuncular parkedeyken takım hücumda ve özellikle savunmada hareketlendi. Gönlüm 36 yaşında olmasına ve çoğu zaman alışık olmadığı kısa forvet pozisyonunda olmasına rağmen müthiş bir çabayla direnmeye çalıştı (#direnkeremgönlüm), yetmedi fast-break olunca rakip potaya ilk koşan oyuncu oldu - takımı ateşlemeye çalıştı. Ender de oyundayken takım nispeten daha düzenli hücum etti ve inisiyatif alması beklenen NBA yıldızlarımızın! yetersiz kalması ile maç içerisinde, potansiyeli çerçevesinde, skor üretti, takımı ayakta tutmaya çalıştı. Ancak kronik guard sorunumuz, koçun takımda kimin ne yapacağını kendisinin dahi bilmemesine, NBA yıldızlarımızın! kötü performansı ve en önemlisi takım kimyamızın neredeyse 0 olması gibi nedenler eklenince ilk turda elendik. Avrupa tarzı basketbolu seven ve uzun yıllardır Efes'i seyreden bir taraftar olarak, Gönlüm'ün ve artık 30 yaşın verdiği olgunlukla oynayan Ender'in bu performanslarına değil, NBA yıldızlarımızın! performanslarına şaşırdım diyebilirim. Daha açık belirtmek gerekirse, NBA oyuncularımızdan muhteşem olmasa da kritik anlarda maça ağırlıklarını koyacakları oyunlar beklemiştik ve bu beklentiler boşa çıktı. Gönlüm ve Ender'den de yardımcı olmalarını beklemiştik, ancak çok daha fazlasını yaptılar! Dolayısıyla, maçları takip eden basketbolseverlerin veya herhangi bir vatandaşımızın gönlünde sadece bu iki oyuncu taht kurmuş oldu. Diğer oyuncular ise NBA'de veya Türkiye'deki büyük takımlarda garanti kontratları ile mutlu mesut yaşayabilir. Kerem bizim GÖNLÜMÜZDE! 2010'daki başarı sonrası "...ama maddi-manevi laylaylaylay ooooo Türkiye....." diyenlerin şu turnuva sonrası neler düşündüklerini de merak etmeden duramıyorum! Bu arada turnuva sürüyor ve özellikle F grubunda çok sıkı maçlar oluyor. Kaçırmayın derim. Basketbol dolu günler. 13-14 Eylül 2013 Merhaba, 4 Eylül'de Slovenya'da başlayacak olan Eurobasket-2013’te D grubunda Yunanistan, Rusya, İtalya, İsveç ve Finlandiya ile ilk 3 mücadelesi vereceğiz. Bazı önemli yıldızların turnuvaya çeşitli nedenlerle katılmaması ve bizim neredeyse tam kadro (Cenk kesinlikle kadroda olmalıydı) katılmamız ve kendimizi her zaman olduğumuzdan büyük görmemiz nedeniyle, Türkiye için yeniden madalya hedefi konuşulmaya başlandı. Ancak ben o kadar iyimser değilim ne yazık ki. Kadro yapımız, turnuvanın Türkiye dışında olması ve turnuva oynama yeteneğimizin olmaması gibi birçok faktör göz önüne alındığında madalya bizim için çok uzak bir hedef konumunda. Kadromuzu ele alırsak, bu “tam kadro”dan beklenebilecekleri netleştirmek gerekli. Pota altı rotasyonumuz oldukça güçlü ve özellikle Ömer Aşık’ın kendisini nasıl geliştirdiğini çok net görebiliyoruz. Yanında skorer Ersan var. Bençte de cesuryürek Gönlüm ve Efes’in birinci pivotu Semih’e ek olarak kalınlığıyla rakibe sorunlar çıkartabilecek Oğuz var. Kısa forvette de net eşleşme sorunu yaratan ve çok yönlü oyunu ile her zaman büyük katkı veren Hidayet ve asist yeteneği olan Emir var. Yani forvetlerimiz ve pivotlarımız oldukça sağlam. Ancak guardlarımız için bu kadar olumlu konuşmak ne yazık ki mümkün değil. PG+SG pozisyonunda 5 oyuncumuz var ve hiçbiri Euroleague’deki elit takımlar için direkt oyuncu seviyesinde değil. Doğuş ve Sinan sadece savunma kimlikleriyle var olan oyuncular. Onan ise şutu olmasına rağmen artık 35 yaşında ve yüksek dakikaları kaldıramayabilir. Serhat’tan da, 25 yaşından sonra kendisini geliştiren ender oyuncularımızdan biri olmasına ve şut tehditi olmasına rağmen, olağanüstü şeyler beklememek lazım. Ceza şutlarını yüzdeli atması bile oldukça olumlu olur. Geriye asıl oyun kurucumuz Ender kalıyor. Ender yaşının da etkisi ile son yıllarda oyununu olgunlaştırdı. Ancak saha görüşü, takımı oynatması gibi etmenler göz önüne alındığında Ender iyi bir ikinci guard olabilir. Bir başka deyişle guard olarak patronluk yapacak oyuncumuz yok. Aslında guard sorunumuz yıllardır sürüyor ve kadroda Tunçeri de olsa farklı cümleler kurmazdım. Çünkü hiçbir Türk guard elit bir Avrupalı kulüp takımında ilk 5 başlayacak nitelikte değil ne yazık ki. (Umarım Kenan Sipahi bu sıkıntımızı çözer.) Avrupa basketbolunun gittikçe daha fazla guard egemenliğine girdiğini düşündükçe, sıkıntılı anlarda yaklaşık 15 yıldır tek taktiğimiz olan, “topu Hidayet’e verelim ne yapacak izleyelim”in ötesine geçmemiz gerekiyor. Bunu zaman zaman Aşık’ın dominantlığıyla aşabiliriz ama takımı yöneten guard sorununu sıkça yaşacağımız kesin. Üstüne 99 Model Tanjevic’in uzun beş ve dakikaları eşit bölme takıntısı da başımıza bela olabilir. Bunun için kısa vadede tek çare çok güçlü bir takım savunmasıdır. Nitekim turnuvada 70 sayıyı bulmamız da oldukça zor olacaktır. (Uzun vadede ise basketbol kültürünü yerleştirmek gerekir.) Son seviyemizi hatırlatmak için hazırlık maçlarına bakabiliriz: Her ne kadar kadromuz sonradan şekillense de Slovenya, Letonya maçlarında çok kötüydük. Eksiklerinden ayrı bir takım daha kurulabilecek olan Sırbistan’a karşı hazırlık maçlarında varlık gösteremedik. Sonuçta Popovic ve Planinic’ten yoksun Hırvatistan ve Polonya galibiyeti dışında büyük bir galibiyet alamadık. (Çek Cumh., ve Belçika galibiyetlerine sevinemeyiz sanırım.) Evet, hazırlık maçlarında erkenden form tutmak gerekli olmasa da guard pozisyonundaki yetenek seviyemiz bize sıkıntılar yaratabilir. Bir diğer unsur da bizim turnuva beceriksizliğimiz. Turnuva oynamak doğru zamanda forma girmeyi gerektirir. İspanya ve Yunanistan gibi kaliteli takımlar bunu çok doğru uyguluyorlar. O yüzden bu takımlar ilk turlarda mağlubiyet alabilir, ancak kazanması gerektiği zaman kazanacaktır. Bizse bunu yapamıyoruz. 2009’da müthiş ilerlerken tek bir Slovenya mağlubiyeti ile bir anda Yunanistan’la eşleşmemizi ve elenmemizi, ardından da 5.lik-6.lık mücadelelerinde nasıl dağıldığımızı ve 8. olduğumuzu hatırlarsınız. Öte yandan 2001 ve 2010’da evimizde oynadığımız turnuvalarda taraftar ve ciddi hakem destekleriyle final oynamamız ve 2006 Japonya’daki dünya 6.lığı dışında turnuvalarda çeyrek final ötesine geçemediğimizi unutmayalım. Japonya'da da çeyrek finalde elenip, şaşırtıcı şekilde elendikten sonra maç kazanmıştırk. Not olarak belirtelim, bu turnuva da Edirne dışında :) Yine de sakatlık ve olimpiyat elemesi olmaması gibi nedenlerle bazı büyük yıldızların yer almayacağı turnuvada (Rakiplerimizden Rusya’da Khryapa, Kaun, Vorontsevich ve Kirilenko; Yunanistan’da Diamantidis, Vasiliadis, Sofo ve Calathes gibi oyuncular turnuvada yer alamayacak.) bu zayıf yanlarımızı güçlü savunmamızla avantaja çevirebilirsek 2. Gruplardan da çıkabiliriz, fakat dediğim gibi bu guard rotasyonu ile bizim için zirve çeyrek finaldir. Ötesi gelirse çok büyük iş başarmış oluruz. Not: Bu kadro sorunları sanırım FIBA'nın da dikkatini çekti ve artık Eurobasket de iki yıl yerine dört yılda bir yapılacak. Son olarak turnuva tahminim: Büyük ihtimal, Finlandiya ve İsveç’i yeneriz. Yunanistan’a karşı şansımız olduğunu düşünmüyorum. Rusya ne kadar eksik olsa da, onları devirmek çok zor. Bir başka deyişle tarihsel olarak belalımız olan İtalya maçı bizim için belirleyici olur. Tabi 2’li 3’lü averaj durumları da oluşabilir. İkinci gruplara kalırsak oradan çıkmamız ise çok daha zor olacaktır. Özetle, iyimser tahminim çeyrek final, kötümser tahmimin ilk turda elenmek. Şunu da eklemek isterim ki, bençte Tanjevic yerine Mahmuti ya da Ataman olsaydı çok daha umutlu olurdum. Umarım yanılırım ve bu yazıyı yanlışlayan yazılar yazmak durumunda kalırım. Şampiyonluk için favorim ise yine İspanya. İkinci adayım ise Yunanistan. 30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun! Merhaba,
Kapitalizm analizlerinde, kapitalizmin bir yandan zenginlik yaratırken bir yandan da yoksulluk yarattığı söylemine karşı söylem geliştirenlerin en büyük aracı “yoksulluğun eski çağlarda da olduğu ve kapitalizmin tüm insanlığı ileriye taşıdığı” şeklindeki argümandır. Peki gerçekte olan nedir? (Bu hususta Marksist metinlerden alıntı yaparak yazıyı teorik açıdan boğmak istemiyorum, bu nedenle basitçe ve fazlaca uzatmadan açıklamaya çalışacağım. Zira bu konu oldukça geniş tartışmalara açıktır. Olası yorumlara göre tartışma genişletilebilir.) Kapitalizmin kurucu ideolojisi olan liberalizmin özel girişmciliğin önünü açarak, özgürlük! alanlarını genişleterek ulusların refah seviyesinin artmasına yol açtığından bahsedilir. Bu argüman oldukça sağlam bir savunma aracı gibi görünmekle birlikte birkaç açıdan ciddi bir perdeleme görevini de üstlenmektedir. Eski çağlarda insan topluluğunun önemli kesimlerinin refah seviyesinin şimdiye göre düşük olduğu, kapitalizmle en azından bazı kesimlerin zenginleştiği doğrudur. Ancak tam da burada unutulan ya da görmezden gelinen bazı noktalar var: Eski çağlarda örneğin ortaçağda, çiftçilikle uğraşan bir köylünün refah seviyesinin çok yukarılarda olmadığı doğrudur. Ancak o dönemleri incelediğinizde sistemin kendini yeniden üretmesi kapitalizmden oldukça farklı olmuştur. Sıkça kullanılan “yoksulluk” kavramının tarihsel karşılığı aslında "yoksunluk"tur. Orta çağlarda da saray sakinleri oldukça refah içerisinde yaşarken toprağa bağlı olan halkın refah seviyesinin düşük olduğu doğrudur. Fakat kapitalizmdeki gibi uçurumlardan bahsetmek sanırım doğru olmayacaktır. Örneğin, günümüzde herhangi bir bankanın bilanço büyüklüğü birçok devletin milli gelirini geçebilmektedir. Başka bir açıdan bakarsak henüz para sermaye egemenliği kurulmadığı için (her ne kadar ünlü yahudi tüccarlar söz konusu olsa da) bu denli bir ayrışma söz konusu değildir. Yani "yok"luktan doğan yoksunluk söz konusudur. Kapitalist sistemde, karşılaştırmanın ısrarla geçmişe yönelik yapılması da dikkat çekicidir. Bu argümanı öne sürenlerin genel kabulü, artık insanların ciddi teknolojik gelişme ile refah seviyelerinde artış olduğu ve bu gelişmenin, kapitalizmin girişimci ruhunun tüm insanlığa armağanı olduğu şeklindedir. Ancak gözden kaçırılan ya da bilerek değinilmeyen şey, bu gelişimin arkasında aslında işçi sınıfının üretkenlik artışı olduğudur. Pek tabi ki, “ama bunu sağlayan da kapitalizmin itici gücü” şeklinde karşı bir argüman sürülebilir. Buna Schumpeter'in "yaratıcı yıkım" teorisi kapsamında kısmen katılıyorum. Ancak büyük teknik değişmelerin, savaş dönemlerine ya da sermayenin iletişim/ulaşım ihtiyacının arttığı dönemlere gelmesi tesadüf değildir. Herhangi bir kritik buluşu incelediğinizde onun kökeninde askeri ya da sermaye sınıfı ihtiyaçları bağları bulabilirsiniz. Bu unsurlar göz önüne alındığında işçi sınıfı için, geçmişe göre yaşam şartlarının iyileşmesi asla ama asla yeterli olmamalıdır. Burada son olarak sanırım Marx’ın işaret ettiği “geçimlik ücret” kavramından da bahsetmek gerekli. Bu kavramın da içini “bakın artık işçiler sinemaya gidebiliyor vs.” diye boşaltanlara karşı bu kavramın sabit değil göreceli bir kavram olduğunu hatırlatmak lazım gelir. Çünkü geçimlik ücret aslında işçinin kendisini bugünden yarına yine işçi olarak üretecek ücret seviyesidir. Bu bağlamda sınıf asansörü geniş manada yoktur ya da işçi olarak çalışıp üretim araçlarına sahip olmanız mümkün değildir. (bkz:http://youtu.be/rtGpYYyGOkI) Yani "var"lıkla birlikte gelişen "yok"luktan doğan "yoksulluk" söz konusudur. Bir başka deyişle, eskiden yoksunduk artık yoksuluz. Kapitalizmde zenginlik ve yoksulluğun birlikte biriktirildiğini unutmamanız dileğiyle… İyi günler. 13 Ağustos 2013 Not: Lisans öğrenimim sırasında yoksunluk-yoksulluk konularında zihnimi açan ve farklı çerçevelerde düşünmemi sağlayan; Fuat Ercan, Mehmet Türkay ve Ahmet Yılmaz hocalarıma teşekkürlerimi sunarım. Merhaba, bu yazımı daha önceki sitemde yayımlamıştım. Biraz değiştirerek yeniden yayımlıyorum. Sanırım hala güncel sayılır:
Türkiye'de 2000 sonrası rock müziğin yükselişinde Duman - Şebnem Ferah - Athena - Pentagram gibi grupların / solistlerin katkısı yadsınamaz. (Bu listedekilerin hepsini severim.) Buna ek olarak, Türkiye son yıllarda çok alışkın olmadığı şekilde yabancı gruplara da ev sahipliği yapıyor. Bu çerçevede Türkiye'ye sadece konserler için bile gelen ciddi İranlı - Kazakistanlı vb. turist mevcut olduğunu bizzat biliyorum. Ayrıca Rock&Coke türünden festivaller de çok önemli. Buraya kadar her şey güzel :) Ancak bence Türkiye'nin konser listelerine eklenmesi "medeniyet seviyesinden" ziyade "pazar seviyesi" sayesinde oldu. Başka bir ifadeyle eskiden bizi çok sevmeyenler için değişen şey talep cephesi... Bu durumun küresel ve yerel nedenleri var gibi duruyor: Dünya'da müzik endüstrisinde kasetten cd'ye geçiş sürecinde, internet üzerinden paylaşım teknolojisinin de etkisiyle, göreceli olarak satışlarda genel bir düşüşün ve artık geniş bir ulusal pazara sahip oluşun etkisiyle Türkiye'ye son yıllarda dünyaca ünlü yıldızlar - gruplar geldiler ve konserler verdiler. (Bu süreç artarak devam eder umarım.) Hatta bunların arasında Evanescence, The Cranberries, Rammstein, Red Hot Chili Peppers gibi benim de dinlediğim gruplar da geldi. Ancak bu grupların Türkiye'ye gelişlerinde hem yukarıda bahsettiğim pazar faktörü hem de coğrafi etkenler söz konusu. Yani biz Yunanistan ile İsrail arasında köprü görevi görüyoruz. (Geçerken bize de uğruyorlar desem çok mu ağır olur?) Bir unsur daha söz konusu aslında: Bu da 90'larda Metallica, Michael Jackson gibi grupların/sanatçıların bir bakıma siyasi misyon da üstlenmesi. Bkz: Metallica 1991 Moskova Konseri vb. Umarım uluslararası konser turlarında İsrail'e geçen ya da oradan Avrupa'ya açılan yoldaki durak olmaktan daha öteye gideriz. Türkiye'deki bilet fiyatı / ulusal gelir seviyesi oranının Avrupa ülkelerine göre çok yüksek olması da ayrı bir sorun tabi ki. Umarım burayı da aşarız. Neyse... Aslında derdim işin arka planını anlatmak değildi. Derdim herkes geldi - ikinci, üçüncü kez geliyor. Ama Kasabian gelmiyor! :) Kasabian'ı da Türkiye'ye bekliyoruz. Twitter'dan veya ilgili yerlerden baskıya devam :) Son not: Bence Madonna - Rihanna gibi yıldızların konserlerindeki kalabağın %70'i gösteriş için gidiyor. Belki de bu yüzden rock dinleyicisini pop dinleyicisine göre daha samimi buluyorum. Tabi bu %70, müstemleke memleketi vatandaşı ezikliğine hala devam ediyor. Eee ne diyelim. Zenginlik, sömürge mantığını yok etmiyor... İyi günler. 2 Ağustos 2013 Merhaba,
Aslında uzun süredir dikkatimi çeken bir konu bu. Ancak özellikle son dönemlerde gerek toplumsal düzeydeki, gerekse çevremdeki gelişmelerle daha da çok ilgimi çekmeye başladığını söyleyebilirim. Bildiğiniz gibi ciddi boyutlarda iletişim sorunları olan bir toplumuz. Biraz dikkatli bakarsanız; herhangi bir açıkoturumda, herhangi bir siyasi liderin konuşmasında, iş hayatınızda, çevrenizde kısaca hemen her yerde bu soruna dair çeşitli örnekler görebilirsiniz. Düşünmek yerine inanmayı, sorgulamak yerine boyun eğmeyi tercih eden bir yapımız olduğu için, tartışmalarda karşılıklı öğrenmek yerine ezerek kazanmaya çalışmamız sanırım tesadüf olmasa gerek. Çünkü aynı zamanda genel olarak “kaybeden” bir toplum olduğumuz için “kazanmak” açlığıyla saldırganlaşabiliyoruz. Bu önermemi, hayatta kaybedenlerin, neden sürekli kazanan parti veya spor takımlarını tuttuğunu düşünerek test edebilirsiniz. Böyle olunca da “kazanmak için her yol mubahtır” mantığıyla, konuyu çarpıtmak, yalan söylemek, bağırmak ve hatta tartaklamak da bir fikri empoze etmek yolunda gayet doğal durmaktadır. İşin ilginci bu durum zamanla bir kabullenmişlik de yaratmaktadır. Toplumumuzdaki otoriteye karşı adı konulmaz bağlılığın sonucu olarak karşı karşıya kaldığımız fikri faşizmin en önemli göstergelerinden biri de herhangi bir alanda “lider”in söylemlerini kopyalamaktan öteye geçmeyen toplumsal yığınların günlük hayatta aşırı özgüvenle karşısındakini büyük harflerle konuşarak ve/veya yazarak fikri egemenlik altına almak istemesidir. Bu çerçevede, bilgi veya analiz yerine ses tonunun ya da CAPS-LOCK’un konuşturulması da normaldir. Tabi burada “saygı” kavramını dilinden düşürmeyenlerin bu kavramın içini ne denli boşalttığını da sezebiliriz. Ortalama bir “kaybeden”in büyük harflerle konuşmasına ve bilgi boşluğunda fikir beyan etmesine karşı saygı duyulması gerekirken, egemen güçlere muhalif olanların söylemleri ise ne kadar donanımlı olursa olsun “münafıklık” olarak algılanmakta ve saygıyı hak etmemektedir! İlginç olsa gerek :) Bu durumda da saygıyı hak etmeyenlere karşı her insanlık dışı söylem/eylem sorun olarak algılanmamaktadır. Burada saygıyı hak edenlerle hak etmeyenlerin tersyüz olduğunu söyleyebiliriz. Bu argümanımı sert bulabilir ve eleştirebilirsiniz ancak şöyle de düşünmek mümkün: Örneğin, ben saygı duymadığım söylemleri ezmek için yüksek ses tonu ya da argo/küfür kullanmamaya çalışıyorum. Sadece açıkça ilgili fikre saygı duymadığımı söyleyebiliyorum ve salt bu düşüncemin saygısızlık olduğuna inanmıyorum. Zira “yanlış”ların egemenlik kurma hareketinin saygı duyulacak bir yanı yoktur. Araştıran insanların şüpheci, cahillerin ise ne yazık ki aşırı özgüvenli olması durumunun yarattığı sıkıntıları alt etmenin yolu sanırım sadece “açıklama” yapmak olmasa gerek. Hele ki, sosyal medyada bu çok daha boş bir çabadan öteye geçemiyor. Bu soruna karşı neler yapılması gerektiğini tam olarak bildiğimi söyleyemem ancak saçmalıklara, bilmeden konuşanlara saygı duymanın da olumlu sonuç yaratmadığını söyleyebilirim. Özet: “Bir eblehin zırva düşüncesine saygı göstermek zorunda değiliz.” Ferhan Şensoy Not: Yazılarımı "denemeler" başlığı altında yayımlıyordum, ancak blog uygulaması daha verimli olur diye düşündüğümden, vakit buldukça bu sayfada yazılar yazmaya devam edeceğim. İyi günler. 26 Temmuz 2013. |
AuthorMuhtelif notlar... Archives
Kasım 2017
Categories |