Dün Guardian'da okuduğum bir habere göre Bill Gates, Jeff Bezos ve Warren Buffett toplamda ABD'deki nüfusun yoksul yarısından (160 milyon kişi) daha zenginmiş. Yine Oxfam'ın yaptığı bir araştırmaya göre dünyadaki süper zengin 62 kişinin serveti dünya nüfusunun yarısının (yaklaşık 3,6 milyar kişi) servetine eşitmiş. Yine Türkiye'den örnek vermek gerekirse, günümüzde nüfusun en zengin %1'lik kısmının serveti geriye kalan %99'un servetinden fazla. Bölüşüm konusundaki araştırmalar, raporlar veya makaleler son dönemde sıklaşmaya başladı. Hatta neoliberalizmin öncü kurumlarından IMF bile mevcut durumun bir probleme işaret ettiğini birçok açıklama ve raporla kabul etti. Yine Piketty'nin çok ses getiren "Kapital" adlı kitabında da bu konuya yer veriliyor. (Kalın puntoyla yazılan kelime/cümleler ilgili konudaki kaynakları göstermektedir. Tıklayıp verileri kontrol edebilirsiniz.) Bölüşüm konusu temelde gelir ve servet bölüşümü olarak ikiye ayrılabilir. Gelir bölüşümünde dünya çapındaki gelişmelere baktığımızda (Bu konuda Branko Milanoviç'in çalışmalarını tavsiye ederim.) bölüşümün 1980'den sonra hızla bozulduğu ortaya çıkıyor. Bölüşümü ölçen bir katsayı olan Gini Katsayısı dünya çapında 1980'den 2000'lere kadar 0,47'den 0,54'e kadar yükselmiş. (Bu katsayı nüfusu yüzdelik dilimlere bölerek gelir bölüşümüne ilişkin bir fikir verir ve 0 ile 1 arasındadır. 1'e yakın olması bölüşümün bozulduğu anlamına gelir.) Daha sonra ise bir gerileme var ve bu gerileme daha çok Çin ve Hindistan başta olmak üzere yükselen piyasalardan bazılarının "Batı" ile arayı kapatmaya başlamasıyla ilgili. Bir başka ifadeyle gelir bölüşümünde son yıllarda kısmi bir iyileşme var. Nitekim Türkiye'de de 2000 sonrası TÜİK'in resmi verilere göre gelir bölüşümü bir miktar iyileşmiş. Sayılara baktığımızda Gini ilgili dönemde (son yıllardaki bozulmaya rağmen) 0,44'ten 0,40'a gerilemiş durumda. Ancak servet cephesinde durum farklı. Başlangıçta belirttiğim gibi servet dağılımı tüm dünyada bozuluyor. Bu durum sadece kapitalizmin egemen olduğu dönemde değil daha önceki dönemler (bu konuda hesaplama yapılabilen imparatorluklar vs.) dikkate alındığında dahi uç bir dengesizliğe işaret ediyor. O zaman sanırım şu iki soruyu yanıtlamak gerek: 1. Gelir dağılımı ile servet dağılımı neden farklı hareket ediyor? 2. Bu konu kapitalizmi yönetenleri neden bu kadar çok ilgilendirmeye başladı? İlk sorudan başlayalım. Gelir dağılımında bir düzelme söz konusu olsa bile günümüzde modern tüketim kültürünün de etkisiyle kapitalizm altında yaşayan insanlar gelirlerini olduğu gibi harcama ve hatta üstüne borç ile tüketme eğilimindeler. Bu nedenle yine tarihte görülmemiş bir şekilde tüm dünyada hane halkları borçları zirve yaptı. Bu açıdan "Tüketiyorum, öyleyse varım." algısı işin bir boyutu. Diğer boyutu ise gelir dağılımı resmi verilere göre düzelse bile dünya çapında geniş kitlelerin çok düşük ücret-maaşlarla geçindiğini unutmayalım. Maaşıyla ancak geçinebilen ailelerden birikim yapmasını ve servet sahibi olmasını beklemek mantıklı değil. Dahası sermayenin sosyal demokrasiye karşı bir karşı atağı olarak ele alabileceğimiz neoliberalizm döneminde dünya sistemi sermayedarların (başka bir kavram çerçevesiyle süper zenginlerin) servet biriktirmesine yardımcı olacak şekilde kurgulandı. Para, meta ve ticari sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırıldığı bu dönem sermayenin yükselişi için harika bir fırsattı. Bu açıdan birileri borç biriktirirken birileri servet biriktirdi. Bu konunun kapitalizmi yönetenleri ilgilendirmesinin nedeni ise dünyadaki yoksullara karşı beslenen bir empati ile ilgili değil. Bu durum "iyi insan" olmakla ilgili değil. Sistem kendi içsel çelişkileri nedeniyle birikim sürecini kendi kendine sürdürülemez hale getirdiği için bu konu konuşulmaya başlandı. Nitekim servet/refah bölüşümünün bu denli bozulması sistemin işlerliği için bir risk oluşturuyor. Zira yoksulları veya işçi sınıfını içermeyen, onların rızasını almayan bir sistemin hegemonik yapısını sürdürmesi kolay değil. (Bu konuda aşağıdaki videoyu izleyebilirsiniz.) Özetle IMF gibi kurumların derdi yoksullar değil, onların derdi sistemi sağlıklı bir şekilde idame ettirebilmek ve sermayenin hegemonyasını gerekirse yeniden tesis etmektir. Toparlarsak, bölüşüm problemi sisteme içkin olduğu için nihai bir iktisadi çözüm bulunması olanaksız diyebiliriz. Ancak bazı düzeltmelerle (servet vergisi gibi) bir miktar yol alınabilir. Yine siyasi açıdan da dünyadaki yoksulları sisteme içerecek söylemlerle halkın karşısına çıkan siyasi liderler bu insanları sisteme başka kanallar ile (iktisadi olmayan) dahil edebilir. Bu açıdan dünyadaki siyasi ve ekonomik dönüşümleri incelerken birçok parametre gibi bu konuyu da dikkatli incelemek gerekiyor. Dahası bölüşüm sorunun incelenmesinde temel parametre olarak nüfusun yüzdelik dilimlerinin yanında toplumsal sınıf bazlı bakmak bazı perdelenen ilişkilerin ve söylemlerin satır aralarının anlaşılmasında faydalı olabilir. Herkese iyi günler...
0 Comments
6-7 Eylül tarihlerinde benim de ikinci gününe katıldığım İstanbul Finans Zirvesi "Jeopolitik Riskler ve Finans" teması ile gerçekleştirildi. Yedinci kez düzenlenen zirveye ulusal ve uluslararası düzeyde önemli bürokratlar, akademisyenler, gazeteciler, sektör temsilcileri katıldı. Bu kongre ana akım sayılabilecek bir yapıda olduğu ve muhtemelen düzenleyenler de bunu reddetmeyeceği için, katılımcı profili ya da ana başlıklar - sunumlar üzerine genel bir eleştiri yapmam pek mantıklı olmaz. Heterodoks önerilerin tartışılacağı bir platform yoktu. Yine de konuşulacakları merak ettiğim için (Fikir yapınız farklı olsa bile her kesimden insanları en azından dinlemek önemlidir.) katılmak için boş gün yarattığıma pişman değilim.
Katıldığım ikinci gün, ana başlıkla bağlantılı şekilde, ilkokuldan beri öğrendiğimiz "Türkiye'nin jeopolitik önemi" ve Türkiye'nin İstanbul özelinde finans merkezi olma hevesi çerçevesinde geçti diyebilirim. İyi niyetli sunumların ağırlıkta olduğu günde benim için öne çıkan sunum, kamuda da önemli görevler almış olan Vedat Akgiray hocamızın sunumuydu. (Tabii ki sunumlardan birçok not aldım ama bütün notlarımı paylaşırsam yazı çok uzun olur.) Hocamız sunumunda iktisat terminolojisi için dikkate değer "good finance - iyi finans" kavramını kullandı. Özetlemek gerekirse, artık dünya üzerinde piyasayı yönlendirme gücü olan fonların sürdürülebilir projeleri (çevre projeleri gibi) desteklemesi gerektiği ve bunun da halkın toplumsal baskısı ile yapılabileceğini, hatta yapılmaya başladığını söyledi. Bir başka ifadeyle hocamız regülasyon yerine sistemin kendisini insanlık için daha iyi bir yere çekme potansiyeline umut bağlamış durumda diyebiliriz. Hocanın sunumundan sonra soru için söz alıp "Finansın yükselişi tesadüf değildir - sanayideki kar düşüşünün etkisiyle 80'lerden itibaren başlayan bir süreçtir - bu süreç Greenspan gibi deregülasyon yanlısı birçok aktörün önderliğinde yaşanmıştır ve dünya tarihinde ilk defa en zengin %1'in serveti, kalan %99'un servetini geçmiştir notlarıyla beraber, bu işin sistem içinde regülasyonsuz olmayacağını, deregülasyonun bizi buraya getirdiğini, bu noktada hocaya ne düşündüğünü" sordum. Aldığım cevap haliyle "Regülasyonla - kanunla olmaz. Kimse zorla bir şey yapmaz." çerçevesinde oldu. Tam da burada gözden kaçmaması gereken bazı noktalar var: 1. Evet kapitalizmde devlet piyasaya rağmen çalışmaz. Yani kapitalizmin anarşik yapısını - finans kapitali dizginlemek için üretilecek bir regülasyonun yaşaması zaten pek olası değil. (Neoliberalizm, küreselleşme ve finansallaşma üçlüsü buraya sosyal ve düzenlemeci devleti dışlayarak geldi.) Ancak aynı sistemin yapısı dünya geleceği ile değil sermayenin nasıl büyüyeceği ile ilgilenir. Bu nedenle yüksek kar imkanları varken, hiçbir sermaye (Sermayeyi; bir sınıf, toplumsal ilişkilerin kesişme noktası anlamında kullanıyorum.) getirisi düşük çevre projelerini fonlamaz. Sermayenin sınıf bilinci bunu gerektirir. "Sosyal sorumluluklar" sadece birer göz boyamadır. 2. Hocamızın önermesinin geçerli olması için "tam enformasyon" ortamı da gerekli. Türkiye Varlık Fonu, bireysel emeklilik sistemi gibi bizde de kurulmaya çalışılan yeni finansal yapıda küçük birikimleri olan insanlar (toplumun çoğunluğu) kısa vadeli getirilerine bakmak zorundadır. Bu nedenle fonların nereye gittiğini sorgulama gereği duymazlar bile. Sorgulasalar bile bu verilere erişmek kolay değil. Şeffaf bir finansal sistem sadece bir hayaldir diyebilirim. 3. Türkiye gibi finansal anlamda bağımlı (sermaye girişi - borç vb.) ülkelerin gerçek iktisadi bağımsızlığının bu deregülasyon ortamında sağlanması kolay değil. (Kurtuluş eğitim ve teknoloji devriminde veya her bankanın devletleştirilmesinde diyenler olacaktır. Orası size kalmış.) Bu nedenlerle "iyi finans"ın fazlasıyla "iyi niyetli bir beklenti" olduğunu ve gerçekleşmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Yine de heterodoks iktisatçılar bu önermeyi dikkate alıp eleştiri geliştirebilirler. En azından 2008 krizinin gelişini önceden bilenler yazdıkları ile dikkat çekmektedir. Egemenlik neoliberallerde olduğu için (Gerçi IMF bile neoliberalizmi sorgulamaya başladı.) somut öneriler geliştirmekte fayda var. Bir önemli ek daha var. Türkiye'deki varlık dağılımında ağırlığın vadeli mevduatlar veya DİBS'ler olduğu da verilerle gösterildi zirvede. Bu oldukça doğal bir durum, zira bu ülkede gayrimenkulde ciddi rant imkanı varken, borsa gibi araçların volatilitesi yüksekken ve toplumun önemli bir kısmının büyük birikimleri yokken bu durumun yaşanması oldukça normal. (Bunu katılımcılar da kabul ediyor.) Bu çerçevede finans merkezi olma hedefi için, İslami fonları çekmek ve bu yapıyı değiştirmek temel hedefler olarak masada duruyor diyebiliriz. Her ne kadar bu tip zirvelerde eleştirecek noktalar bulsanız bile, bu zirvelerin yapılması önemlidir. Birinci ağızlardan hedefleri ve yolları duymak, fikirlere katılmasanız bile, küçümsenmemesi gereken bir noktadır. (Ayrıca nadiren de olsa, kısmen eleştirel bakış getiren panelistler de vardı.) Sonuçta fikir alışverişi kötü olmasa gerek... Sadece bu nedenle bile emeği geçen herkese teşekkür edilebilir. Not: Zirveye öğrenci ve akademisyenlerin katılımı ücretsiz. Bilgi için bkz: http://www.istanbulsummit.com/ Herkese iyi bayramlar. Aslında bu yazıyı top-16 başlamadan yazma niyetim vardı ama iş yoğunluğundan vakit bulamadım. Yine de geçen iki haftada fikirlerimde genel olarak bir değişiklik olmadığından çok geç kalmış sayılmam. Bu yazı hem oyuncu hem de sistem bazında sene başından beri yaptığım gözlemlerin uzun bir dışavurumu olacak. Maçları salondan veya TV’den sürekli izlediğim için bazı gözlemlerimi rahatlıkla söyleyebilirim. Bir başka deyişle, uzun süredir siteme yazmamamın da etkisiyle, biraz uzun bir yazı olacağını baştan söyleyeyim.
Bilindiği üzere Efes diğer ekiplerimizle birlikte öteki top-16 grubuna göre daha kolay bir grupta mücadele ediyor. (Diğer grupta, Oly, CSKA, Madrid, Barça, Khimki ve hatta Laboral gibi ilk 4’ü zorlayacak takımlar var.) Efes, geçen sene özellikle TBL final serisinde yaşadığı atletizm ve keskin şutör eksikliğini kağıt üstünde gidererek sezona başladı. Ancak takımın ilk gruplardaki oyunu gösterdi ki, bu takım geçen seneki takıma göre daha iyi bir hücum takımı olsa da o takımın savunmasının çok gerisinde. Bu noktada önce pozisyon bazında takımı ele almak istiyorum: Ön alanda Heurtel ve Granger arasında bir liderlik kavgası var, yan yana oynamaları neredeyse imkansız. Heurtel hücumda Avrupalı gardların belki de en akıcısı ve saha görüşü en iyilerinden biri olmasına rağmen savunmada çok aksıyor. Granger ise savunma ve hücumuyla daha dengeli bir gard olmasına rağmen Heurtel’le verdiği psikolojik savaş takıma da yansıyor ve bazen gerçekten hücumda çözüm üretemiyor. Buna ek olarak bu takımın lideri benim gözümde Heurtel’dir (bu konu taraftarlar arasında ciddi tartışmalı). Nitekim Heurtel Euroleague tüm zamanlarda maç başına asistte lider ve hücumda daha doğru kararlar verip oyunun tıkanmamasını sağlıyor. Tabii ki Diamantidis – Spanoulis – Jasikevicius bile aynı takımda oynayabilirken Heurtel ve Granger’ın bu savaşını kabul etmem mümkün değil. Burası Efes’in birinci zayıf karnı. Halbuki, Teodosic ve De Colo gibi oyunu önden forse edebilecek potansiyelleri var. Doğuş ise ne yazık ki hala tek yönlü bir oyuncu ve geçen seneki sürelerini de kaybetti. Açıkçası benim basketbol anlayışımda da sadece savunma yapan bir oyuncu olamaz. Yine de kritik anlarda yapacağı bir savunma altın değerinde olabiliyor. Şutör gardlarda Diebler belki her maç 20 sayı üretmiyor ama geçen sene Janning’in yapamadığı kritik anlarda şut çıkarma konusunda oldukça başarılı. Ayrıca eline çok az top değse de bunu sorun etmiyor. Takımda görevi – rolü en belli oyuncu Diebler diyebilirim. Birkan’da ise geçen seneye göre şut isabeti ve güveni açısından bir gelişme var ve savunması zaten belli bir seviyenin üstündeydi hep. Fakat ben yine de Birkan’ın “bir crunch time” oyuncusu olmadığını düşünüyorum. Bunun yanında Türk oyuncu havuzumuz ülke olarak dar olduğundan Birkan iyi bir benç oyuncusudur diyebiliriz. Forvetlerde ise Cedi iyi bir yaz turnuvasının ardından sezona iyi başlamasa da son haftalarda oyununu toparladı. Unutulmamalıdır ki, Cedi bu takımın bir numaralı kısa forveti – ilk 5 oyuncusu. Son Daçka maçı ise sezon zirvesiydi – forma girmek için çok iyi bir dönem. Furkan ise son haftalarda çok süre alamıyor olabilir ama onun patlayan oyun yapısı, savunmasını ve fiziğini geliştirirse, ileride ona, Efes’e ve milli takımımıza büyük bir avantaj sağlar. Uzun forvette Saric, iyi niyetiyle savaşıyor, şut sokuyor, ribaund çekiyor olabilir, ama artık Efesliler olarak eminiz ki, Saric’te “basketbol aklı” sorunu var. Belki çok daha iyi olabilir ileride – çok çalışarak. Ama asla Printezis veya Smodis gibi bir uzun forvet olamayacak. Bunun başka bir göstergesi de bize 15 sayı 7 ribaund gibi bir istatistik yaptığı maçlarda bile saç baş yoldurabilecek işler yapabiliyor olması. (Tabii “Avrupa’da kaç tane elit uzun var ki?” diye sorabilirsiniz haklı olarak.) Bu durum Efes’in ikinci zayıf karnı. Brown ise sezon başına göre daha iyi durumda. Özellikle Kuban maçını iyi oynamasına, gard gibi top sürebilmesine rağmen istikrarsız ve bence pota altında yeterince “ısırmıyor”. Ayrıca yüksek posttan şutu olsa da üçlük çizgisinin dışında kendisine fazla güveniyor. Gelelim, Efes’in diğer sorunlu bölgesine – üçüncü zayıf karnına. Pota altında birinci oyuncu Dunston. Dunston’un performansından genel olarak memnun olmayan çok fazla kişi yoktur sanırım o nedenle onu, hakkını teslim ederek, geçiyorum. Savunmasından ve savaşmasından memnunuz. Diğer oyuncumuz ise benzer özellikleri olan ve bence aslında forvet olması gerektiği halde şutu olmadığı için pivot oynayan Tyus. Kesinlikle sezon başından beri istenen seviyede değil. Maccabi’deki gibi savaştığına inanmıyorum. Belki Blatt ve Ivkovic arasındaki farktan kaynaklanıyordur. Üçüncü pivotumuz Ahmet ise ilk Euroleague sezonunda özellikle adımlarında ve pozisyon almada yani savunmada çok aksıyor. Yine de savaşçı yapısıyla uzun vadede faydalı olma olasılığı yüksek. Alçak postta sırtı dönük oynama özelliği olan ve bu üç oyuncunun hepsinden daha fazla hücum potansiyeli olan Krstic ise sakat ve Mart’ta dönecek. Bu nedenle bu sezon için ondan fazla bir şey beklemeyelim. (Tabii Krstic maaşını alıyor.) Bunların yanında atlet olsalar da Efes’in uzunlarının boy sorunu da ortada. Kadro dışında kalan Emircan ve Oğulcan da umarım ileride Euroleague ve milli takım seviyesine gelir. Okben’dense fazla bir beklentim yok açıkçası. Teker teker oyunculara baktığımızda Efes ciddi bir güç olsa da, takım kimyasında, takım savunmasında, düzenlerde ve basketbol aklı konusunda (özellikle pota altında basketbol aklı düşük) ciddi sıkıntılar var. Evet Efes ciddi bir hücum potansiyeli olan takım ve bu sayede maçların içinde kalıyorsa da hedef f4 ise savunma yapmadan bir yerlere varmak pek mümkün değil. Açıkçası sezon başından beri son dakikalarda kaybettiğimiz maçlar ve takımın hiçbir maçta bütünüyle iyi savunma yapamaması Ivkovic’in ikinci sezonuna pek yakışmıyor. Tabii henüz Ocak ayındayız ama bu savunma ile işimiz gerçekten çok zor. Bir de savunmada birkaç oyuncu aksarsa, savunma yapanların da zamanla gevşemesi gibi bir tehlike var. Nihai olarak; ocak ayı itibarıyla takım kimyası yüksek, sezon başında hedeflenen “atletizme dayalı, transition hücumları olan, savunmada blok tehditi yüksek ve birebirde geçilmeyen oyunculardan kurulu” Efes şu an parkede yok. Final-four ise yerli oyuncu katkısının yanında takım savunmasının kritik olduğu süreç demek. Yine de bu hiç gelişmediğimiz anlamına gelmez. Özellikle takımın hücum gücünün yanında Birkan, Cedi ve Dunston aynı anda sahadayken savunma performansımız oldukça iyi. Ama ben bu konuda, ne kadar istesem de, fazla umutlu olamıyorum. Ivkovic, geçen seneki eksiklikleri iyi teşhis edip doğru müdahaleler yapmış olsa da bu sene gerçekten formsuz. 2-3 kritik Euroleague maçını “dedemiz” Ivkovic’in formsuzluğu ile kaybettiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim. Takımın maç içerisinde momentum yakalama ve reaksiyon gösterme konusunda ciddi sıkıntıları var. Bir Ivkovic takımının savunmada çok kötü olması ise anlaşılır bir şey değil, hele ki ikinci senesinde. Tabii tüm bunlar f4 seviyesi için geçerli. Yoksa Efes bütünüyle kötü bir takım değil ve 2007 sonrası istikrarsızlık dönemindeki gibi de değil. Tüm bunlara rağmen Ivkovic gibi bir koçtan ümit kesilmez diyebilirim. Ayrıca Ivkovic’in Obradovic ve Ataman gibi “yarışmacı” özelliği önde olan koçlardan farklı bir “oyuncu yetiştirici” koç olduğunu da unutmamak gerek. Bunu, geçen sene Efes’in Türk oyunculara en çok süre veren takım olmasından, bu durumun bu sene de sürmesinden ve Türk oyuncuların bireysel gelişiminden anlayabiliriz. Bu nedenle, sonuçlara bazen üzülsem de Ivkovic’in oyuncu kazanma hamleleri ve kulübün yapısına ilişkin içsel - profesyonel değişimlerini (hepsini görmesek de tahmin edebiliyoruz) mutlulukla karşılıyorum. Bu noktada yine örnek olarak; Ivkovic’in düşük bütçeli birçok takımla çalışıp onları bir yere getirdiğini, 2000’lerin başında CSKA’da devrimi yapanın Messina değil Ivkovic olduğunu Rusların da kabul ettiğini ve koçun Efes’in taraftar sorununa daha önce hiç görmediğimiz kadar eğildiğini verebilirim. Bu konuda bkz: Yüksek Yere Uçan Adam. Tahmin yapmak gerekirse; grupta Fenerbahçe’nin birinci olacağını, Efes’in de ilk dörde kalıp play-off oynayacağını düşünüyorum. Arkadaşlarım erken tahminler konusunda beni biraz eleştirse de fikirlerim yaklaşık bir aydır aynı. Daçka’nınsa bu dağınık yapısıyla bir yere varması çok zor. (Diğer ekiplerimizin durumu ayrı birer yazı konusu. Özellikle Oktay hoca gibi bir düzen koçunun 20 oyunculu saçma bir yapıda bocalaması vs.) Bu bağlamda, geçen hafta Kuban maçının, iyi bir A planına ve iyi bir oyuna rağmen Granger’ın “egosu” ve koçun özellikle dördüncü çeyrekteki hamlelerindeki sıkıntılarla, kaybedilmesi grup ikinciliği ve dolayısıyla play-off’ta saha avantajı konusunda ciddi sıkıntı yaratabilir yakın gelecekte. Evet Efes bu gruptan ilk ikide çıkıp saha avantajını ele alamazsa f4’e kalmak için mucize gerek. (Gerçi “dede” varsa mucizeler olabilir diyebiliriz.) Çünkü öbür gruptan gelecek olan herhangi bir takıma karşı deplasmanda maç kazanmak hiç kolay olmayacak. Öte yandan geçen sene, içeride oynanan Fenerbahçe maçı grubun kırılma maçıydı bizim için. Yönetimin “büyük başarısıyla” iç sahada deplasmandaymış gibi oynayan Efes’te özellikle Cedi gibi genç oyuncular çok etkilenmiş ve maçı kaybetmiştik. Geçen seneki istatistiklere bakarsanız o maç; Fenerbahçe’nin yükselişe, Efes’in de düşüşe geçiş maçı oldu. Bu sene de bu durum geçerli. Eğer iç sahada Fenerbahçe’yi yenersek grubu ilk ikide bitirebileceğimizi erkenden ilan edebilirim. Ama yönetim yine küfür eden, meşale yakan, salonda sigara içen, Efes taraftarını tehdit eden, basketboldan anlamayan, Ülker Arena’ya bile doğru düzgün giremeyen “vandal” Fenerlileri maça alıp Ivkovic’i baltalarsa işimiz çok zor. (Özerhun’u bu ve benzeri nedenlerle gönderenin Ivkovic olduğunu düşünüyorum.) Sonuç olarak, diğer grup ölüm grubu olduğundan, bu gruptan saha avantajını alarak veya almayarak çıkmak Efes’in bu seneki kaderini belirleyecek. Türkiye Ligi ise Efesliler için fazla bir şey ifade etmiyor. Olası yerel lig başarısızlığına fazla üzülmeyiz. Bir başka ifadeyle, bu takımın bu seneki karnesi Euroleague sonuçları olacak. Son olarak dört not düşmek istiyorum. Birincisi, “bütçesi şu kadar” diye Efes’e saldırmayı bırakmalı basketbolseverler. Bilmem farkında mısınız ama son iki sezonda Fenerbahçe’nin bütçesi Efes’ten epey fazla. Ayrıca Anadolu Grubu, Ülker gibi “torpilli” bir sermaye grubu değil. İkincisi, başlığa bilinçli olarak “Efes Pilsen” yazdım, zira bizim için bu takımın adı Efes Pilsen’dir. Üçüncü notum, "Biz Efes'in final-four'a kalma olasılığını sevdik!" :) Son not olarak, TBF’nin “fans against violence” – “tribüne renk kat” adlı bir projesi var ve hedef sporda (basketbol temelinde) şiddetin azaltılması. Takip etmenizi tavsiye ederim: https://www.facebook.com/tribunerenkkat - https://twitter.com/TribuneRenkKat Merhaba, Dün (26 Mayıs), Sel Yayıncılık, Mimar Sinan Güzel Sanat Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ve TMMOB İstanbul Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi işbirliğiyle, Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesindeki bir konferans salonunda dünyaca ünlü Marksist David Harvey’i dinleme şansımız oldu. Harvey Gezi Parkı protestoları sürecinde de Türkiye’ye gelmişti. Harvey’in kim olduğuna dair ayrıntılı bilgi şurada gayet güzel verilmiş. Bu yazıda sadece bu sunuma ilişkin izlenimlerimi paylaşmak istiyorum: Harvey Türkçeye yeni çevrilen “On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu” kitabı çerçevesinden bir sunum yaptı. (Kitabı henüz okumadım ama okunması gereken bir kitap olduğu çok açık. Şimdiden kitabı herkese tavsiye ederim.) Harvey sunumuna günümüz ilişkilerini anlayabilmek için, eski teorilere tarihsellik perspektifini kaybetmeden bakmak gerekliliğini vurgulayarak başladı. Bu noktanın ardından kapitalizmin bazı temel çelişkileri üzerinde durdu. Bunların başında da kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki farktan doğan çelişkiler vardı. Değer ve temsil arasındaki çelişkinin kritik olduğu vurgusundan hareketle, para, teknoloji, konut gibi alanlarla bu durum örneklendirildi. Bence Harvey'in burada yaptığı “temsil”in, temsil ettiği şeyi bozduğu (ör: para) vurgusu çok çok önemli. (Dinlerken aklıma temsili demokrasi geldi.) Harvey’e göre; 2008 krizinin temelindeki çelişkileri ve krizin yarattığı mülksüzleştirmeyi anlamaya çalışırken, kapitalizmin 70’lerin sonlarıyla pazar ve işgücü olarak dünya çapında genişlemesine rağmen özellikle merkez ülkelerde sermayenin düşük büyüme hızına saplanması, ancak karşı hareketlere karşı sermayenin çok dirençli olması analiz edilmesi gereken kritik noktalardır. Bu çerçevede, sermaye açısından dünya çapında bu birleşik büyümenin nasıl devam edeceği konusu sermaye için ciddi bir sorun olarak ön plana çıkmaktadır. Öte yandan sermayenin üretkenlik gelişimine ek olarak spekülasyon ve varlık değerleri üzerinden (buna fikri mülkiyet hakları da dahil) kendini yeniden ürettiği / birikimi genişlettiği, bir başka deyişle ürün yaratmaya ek olarak bir şeye sahip olmak ve bir şeyin değerini speküle etmek üzerinden yeni birikim alanları oluşturulduğu vurgusu bence oldukça önemli. ABD dışında Brezilya ve Türkiye gibi ülkeleri de spekülatif patlamaya örnek gösteren Harvey, finansal kuruluşlar, konut pazarı ve mülkiyet değeri gibi unsurların gelişimine dikkat çekti. Buna ek olarak Harvey, sermayenin yeni genişleme alanları için, çevre (doğa), kentleşme (mekan) gibi örnekler vererek bunların sürdürülebilir bir kentleşmeye / yaşama hizmet etmediğini, aksine hak ihlali olduğunu çokça vurguladı. Bu bağlamda, Gezi parkını da içeren “occupy - işgal et” eylemlerinin evrensel yabancılaşmaya (doğadan kopuş) karşı, “kent hakkı” bağlamında önemli olduğu anlamını çıkartabiliriz. Ağırlıkla İstanbul’da olan lüks ama satılamayan evler ve İstanbul'un tuhaf coğrafi genişlemesi de buna örnek olarak verilebilir. Harvey’in değindiği bir diğer nokta da, değerin üretimi ile değerin realizasyonunun (gerçekleşme) mekânsal olarak ve getiri açısından birbirinden ayrılmasıydı. Ör: Apple üreticisi sermaye sınıfı ile Apple’ı satan sermaye sınıfı için sermayenin geri dönüş oranları arasındaki ciddi fark - artık dünyada değeri realize edenlerin getiri oranları çok daha yüksek. Harvey, bu durumu çağdaş emperyalizmin özü olarak tanımladı ve bence üzerinde durulması gereken bir nokta da budur. Zira çok açıktır ki, değer aktarımı sürecinde doğan farklar artık değer üretiminde oluşan aktarımdan çok daha fazladır. Bu noktada ticaret sermayesinin rolü üretken sermayeye göre genişlemiş durumdadır. Bu nedenle Harvey, değerin üretim aşaması ile gerçekleşme aşamasının birbirinden farklı sınıf ilişkilerini temsil ettiğini ve ABD’de realizasyon sürecinin ağırlığı gibi vurgular üzerinden sermayenin çelişkili birlikteliğini örneklendirdi. Sunumun sonuç kısmında ise kapitalist sisteme alternatif oluşturabilmek adına, değerlerin ücretsiz olmasını talep etmenin (eğitim, sağlık, konut gibi) ve bunların birer insan hakkı olduğunu vurgulamanın anti-kapitalist hareketin temelleri olması gerektiği ve ihtiyaçların değer üretiminin önüne geçmesinin bir gereklilik olduğu şeklinde bir düşünce çerçevesinin yeni bir siyasal alan yaratmak konusunda kritik olduğu vurgulandı. Harvey’in sunumu ana hatlarıyla bu şekildeydi. Açıkçası bu tip sunumlarda bence en önemli nokta, sunuş sonrası kafamızda neleri cevapladığımızdan ziyade ne gibi yeni sorular ve yeni düşünce alanları üretebildiğimizdir. Kapitalizmin içsel çelişkilerini teorik olarak anlayabilmek için okumalar yapmak; günümüzdeki sorunlara karşı çözüm önerileri geliştirebilmek noktasında ise yeni sınıf ilişkilerini kavrayabilmek/gözlemlemek önemlidir diyebiliriz. Özellikle Türkiye gibi geç kapitalistleşmenin getirdiği özgün sorunları olan bir ülkede siyasi hamleler geliştirmek konusunda “yeni siyasi alan yaratma” pratiği önerisi ile daha önce de karşılaşmıştım ve artık güncel siyasal tıkanıklık sürecinde bu daha da önemli. Bu "yeni siyasal alan" sanırım bir siyasi parti hareketinden ziyade eylemsel hareketliliği işaret ediyor. Son olarak Harvey gibi bir politik iktisatçıyı dinleme şansını bize sunanlara teşekkürlerimi iletirim. Böyle hocaların gelmesi Türkiye’nin düşünsel birikimini yukarılara taşıyan önemli unsurlardan biridir. Bu sunumdan kafamda yeni sorular ve okunması gereken yeni kitaplar listesi ile ayrıldım. Umarım, (son günlerdeki geniş grev/direniş sürecini de düşünürsek) Türkiye’de toplumun çok büyük bir kısmını oluşturan işçi sınıfının hayat şartlarını ileriye taşımak için düşünsel ve eylemsel gelişmeler ve talepler devam eder. Bu şekilde meşhur “sanayi – üniversite işbirliği” vurgusunu “akademi – işçi sınıfı” ortaklığına dönüştürebiliriz diye düşünüyorum. Not: Yorumlarımı genelde facebook'a yaptığım için web-sitemi epey ihmal etmiştim. Siteye yazmak için güzel bir neden oldu. :) Bu türden organizasyonları kendi üniversitemizde görmek dileğiyle… Selamlar. Merhaba, ... Uzun bir aradan sonra yeniden bir yazı ile karşınızdayım. Euroleague'de özellikle Efes açısından kabus gibi geçen bir sezon için Türk basketbolu adına bir şeyler yazmadan durayamacağımı anladım ve yine içimdekileri yazıya dökmeye karar verdim :) ... Sportif organizasyonlarda sezon başında gerçekçi olmayan hedefler koymak Türk yöneticilerinin ve özellikle medyanın huyudur. Basketbolda da her Euroleague sezonu başında Türk takımlarından en az biri için final-four hedefi konulur. Çünkü takımlardan en az birinin bütçesi geçen sezonlarda final-four yapan takımların bütçesi seviyesindedir. Bu sene de özellikle Obradovic hamlesi ile FBÜ için final-four hedefi konulmuştu – en azından medya tarafından. İlk gruplarda alınan galibiyetlerle de bu hedef daha güçlü dillendirilmişti. Peki ne oldu da FBÜ ve Efes top-8 yapamadan elendi? (GS muhtemelen top-8 yapacak ama takımın play-offlarda maç kazanabileceğini sanmıyorum. Zira bu sezon hiçbir büyük maçı alamadı GS.) Bu durum benim gibi düşünenler için sürpriz değil. Çünkü Obradovic'in FBÜ'deki ilk sezonuydu ve takımın gerçek bir oyun kurucusu yoktu. Ayrıca en önemlisi takım bir Türk takımıydı (ne demek istediğimi daha iyi anlatmaya çalışacağım). Ama bu sonucu hayretle karşılayanlar için bazı noktları netleştirmek lazım sanırım. Avrupa basketbolunda, 2000’li yıllarla birlikte konulan NBA seviyesine ulaşmak ya da o seviyeye yaklaşmak hedefi ile çeşitli dönüşümler yaşandı. Bu dönüşümlerin başında FİBA – ULEB ayrımının ortadan kaldırılması ve ULEB’in süreçten galip çıkarak 1. Numaralı organizasyonu tek başına yönetmesi ile Avupa basketbolu saygınlığı hızla arttı. Bu çerçevede ULEB, 2001'den itibaren Euroleague tepe organizasyonu çerçevesinde, Avrupa Basketbolunu dönüştürecek birçok uygulamaya geçti. Öncelikle gelişen iletişim araçlarının da etkisi ile basketbolu tüm kıtaya yaymaya başladı. Bu süreçte reklam gelirleri, yeni sponsorluk anlaşmaları ile önce pasta genişletildi. Sonra da oyun anlamında kalite gelişti ve Avrupa takımları da ciddi dönüşümler yaşadı. Avrupalı oyuncular fiziksel dezavantajlarını sistem içerisinde yok etmeyi büyük ölçüde başardı. Artık çok daha fazla Avrupalı oyuncu NBA’de mücadele ediyor ve NBA’de oynayan oyuncular için de Avrupa bir emeklilik yeri olmaktan öte bir çekim merkezi haline geldi. Avrupa takımları hem kulüp hem de milli takım bazında NBA/ABD ile mücadele edebilecek seviyeye geldi ve buna özellikle İspanyol ve Yunan takımları önayak oldular. Bu takımlara zaman zaman İtalyan, Rus ve İsrail takımları da eklenince Türkiye açısından mücadelede daha da zorlu hale geldi. Sürekli "Avrupa'nın en iyi 2. ligi bizim ligimiz!" diyen yöneticiler ve buna taraftarı inandıran medya tüm bu süreci atlaşmış olabilir ama sonuçlar her şeyi apaçık ortaya koyuyor. 2001’den itibaren Türk takımları için karneye baktığımızda, toplamda 1 final-four, 3 kez de play-off var. (top-16 sonrası grup liderlerinin direkt final-four yaptığı dönemde Efes’in kıyıdan döndüğü 3-4 sezon da var.) Bakın toplamda diyorum. Ayrıca play-off’larda yani çeyrek finalde galibiyet alan tek Türk takımı da Efes Pilsen. O zaman sanırım şunu diyebiliriz; bu koşullar altında hiçbir Türk takımı için sezon başında “final-four ya da şampiyonluk” gibi bir söylem gerçekçi değildir. Çünkü, 2000 sonrası, Türk basketbolunun en iyi dönemlerinde bile takımlarımız, Yunan-İspanyol basketbolunun formsuz takımlarıyla bile ancak mücadele edebilmiştir. Aslında adını koyacak olursak Türk basketbolu olarak temel sorunumuz, 90’larda yakaladığımız ivmeyi 2000’lerde sürdürememektir. Bunun nedeni de bu dönüşüme ayak uydurmakta çektiğimiz güçlüklerdir. Artık Aydın Örs dönemindeki gibi basketbol 6-7 kişi ile oynanmıyor - rotasyondaki her oyuncu çok önemli hale geldi. Ayrıca, Euroleague gitgide daha çok guard egemenliğine giriyor biz ise ne Türk guard yetiştirebiliyoruz ne de kaliteli bir guard bulabiliyoruz (bulduklarımızı da hemen kaybediyoruz Naumoski sonrası ör: Mulaömerovic, Farmar). Son 14 yıldaki şampiyon takımların guardları, Mulaömerovic, Jasikevicius, Papaloukas, Diamantidis, Rubio ve Spanoulis gibi oyuncularken biz Kerem Tunçeri, Ender Arslan ile ya da vasat bir ABD kökenli guard bir yere varmaya çalışıyoruz. (Evet 77 milyon olarak 1 Spanoulis yetiştiremiyoruz – hiç yetiştiremedik.) Bu koşullar altında, Avrupa’nın en iyi koçunu, en iyi oyuncularını bile getirseniz başarı elde edemezsiniz. Çünkü basketbol sistemimiz gelişim üzerinde değil, öğütme üzerine kurulu. Türk takımları bir seviye atlama yerinden ziyade bir değirmen gibi çalışıyor. Bu duruma, altyapıdan oyuncu gelmemesi, milli takımın 3+2 kuralına rağmen berbat turnuvalar geçirmesi, Türkiye’ye gelen hiçbir yabancının kendini geliştirmemesi gibi birçok örnek verilebilir. Yani Euroleague’de başarılı olmak istiyorsak,; 1. Kendi oyuncularımızı yetiştirmeliyiz. Takımınızda en az 2 tane tartışmasız 5 başlayabilecek yerli oyuncu olmalı (biri mümkünse guard). Öyle kontenjan gereği zorunlu olarak oynatılan Türk oyunculardan bahsetmiyorum. Şu an bir saniye durun ve düşünün, NBA’de olmayan hangi Türk oyuncu Euroleague’de üst düzey bir takımda tartışmasız 5 başlar? Evet burası Balkanlar ya da Litvanya değil, oyuncu kolay yetişmiyor ama bunu yapmak zorundayız. 2. Avrupa basketbolunun son 14 yılda geçirdiği evrimi çok iyi çözümlemeliyiz. Organizasyonel ve sportif anlamdaki ilerlemelere seyirci kalarak bir yere varamayız. Efes’i sürekli “Bütçesi var!?! Ama başarısı yok” diye eleştirenler bu seneki FBÜ’nin duruma bakabilir. Her şey bütçe değil. 3. Maçlarda “Hakem!” diye yaygarayı koparmamak için ULEB’e üye olmalıyız. Çünkü Yunan-İspanyol-İtalyan lobisi!?! İle başka türlü mücadele edemeyiz. (ULEB’e üye olmayan bir tek Türkiye kaldı sanırım.) 4. Tüm bunlar için de haliyle “ekol” olmalısınız. Yani Yunanlılar en kötü sezonlarında bile son sekize 2 takım sokabilirken, İspanyolların artık tempolu bir oyun sistemi oluşmuşken bizim ne oynadığımız, Türk basketbolunun “kaos” dışında hangi unsurlardan beslendiği ya da hangi taraflarının güçlü olduğu hala belli değil. Özellikle Yunan ve İspanyol basketbolunun yükseliş süreci - uzun vadeli planlamalar örnek alınabilir. Farkındaysanız "bütçemiz şu kadar olmalı" demiyorum. Evet bunların yolu da basketbola büyük yatırımlar yapmaktan geçer. Ancak “yatırım” derken öncelikle maddi boyutu yani salon yapmayı, transfer bombaları patlatmayı vs. kastetmiyorum. Zihinsel basketbol devrimini kastediyorum. Örneğin; yaptığımız salonları; Erzincanlılar günü, X partisi kongresi, tenis şampiyonası gibi amaçlarla değil öncelikle basketbol için kullanmalıyız. Altyapılarda liyakat çerçevesinde seçim yapmalıyız, sistemi altyapılarda oluşturmalıyız yani A takıma gelmiş oyuncunun artık “fundamental” eksiği olmamalı vs. Tabii ki bunları 20 küsür yıldır aynı kişi tarafından yönetilen federasyondan ya da mevcut kulüp yönetimlerinden bekleyemeyiz. Ama başka bir yol da yok. O yüzden kısa vadede Türk takımı Eurolegue’de başarılı olacaksa bu ya olağanüstü birkaç oyuncu ve koç sayesinde ya da geçen seneki Efes gibi gerçekten sistemli oynayan bir takım ile olacaktır. Uzun vadede ise ya aynı hatalara devam edeceğiz ya da artık bazı şeylerin farkına varıp farklı yöntemler deneyeceğiz. Not: Bakış açımı genişleten yaklaşımları için Önder Sarıkaya'ya teşekkürlerimi sunarım. Selamlar ve basketbol dolu günler.. Merhaba, 30 Ekim – 1 Kasım arasında düzenlenen İzmir İktisat Kongresi’ne katılacağımı söylemiştim. Ancak notlarımı özet olarak da olsa, ancak yazabilecek vakit bulabildim. Öncelikle, her ne kadar akademisyenden çok, müsteşar olsa bile, memurun katıldığı Kongre için, kalacağımız yerleri ve yemeklerimizi ayarlayan, hatta bize havaalanında karşılama hizmeti bile sunan devlet babamıza teşekkürlerimizi sunarız. Asistanlar olarak böyle şeylere alışkın değiliz. :) Şimdi, İzmir İktisat Kongreleri tarihine baktığımızda, 1923, 1981, 1992, 2004 ve nihayet 2013 tarihlerine rastlarız. Bu tarihlerin hemen hepsinin ekonomik dönemlendirme açısından anlamlı yıllar olduğunu sanırım söylememe gerek yok. 5. İktisat Kongresi’nde de eski kongrelerde olduğu gibi, hatta daha da fazla sayıda panel düzenlendi ve paralel oturumlar da oldukça çoktu. Oturumlara ilişkin çok fazla notlarım var, ancak burada spesifik olarak incelemek yerine konferansın ana temasını anlatmak isterim. Kongrenin web sitesi ayrıntılı bilgi sunmakta. Kongre, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın katılımıyla açıldı. Açılış konuşmaları tahmin ettiğim düzey ve içerikteydi. Şöyle ki: Açılış konuşmalarında Cumhuriyet’in ilk yılları ile 40’lar net olarak ayrıştırıldı. Adı geçirilmeden İsmet Paşa’ya ciddi şekilde eleştiriler yöneltildi. Liberalizme, “güven” ve “istikrar”a vurgular yapıldı. (Açılış konuşmalarında, Dünya Bankası Başkanı ve bakanlarımız da konuştular ve ortam yağ-baldan geçilmiyordu.) Yani size Türkçe’sini söyleyeyim: Kongre’nin çerçevesinin, epistemolojik olarak da, ana-akım iktisattan oluştuğunu ve her şeyin güzel gittiğini hissettirdiler. Oturumlar da genel olarak bu duruşu destekledi. Kongre’de Türkiye’nin geleceği için (2023 hedefleri) uçuk 2 trilyon dolarlık milli gelir ile dünyada ilk 10 hedefi ve islami finansın Türkiye için önemi de oldukça ön plandaydı. Bir başka deyişle, kongrenin liberal temasına ek olarak orta ve uzun vadede İstanbul’un başta arap sermayesi olmak üzere ciddi bir finansal çekim alanı haline getirilmesine yönelik güçlü hevesi hissettik. Bu çerçevede, Türkiye’nin emperyalist bir devlet olma hayallerine girdiğini de satır aralarında canlı canlı dinledik. Bu konunun altı, ısrarlı 2002 ve sonrası vurgularla, hayata geçirilen “mucize!”lerle ve makro verilerle sakat da olsa desteklenmeye çalışıldı. Eleştirel bakmayan bir göz, Türkiye’de her şeyin güllük gülistanlık olduğu ve çok daha iyi olacağı hissine kapılabilirdi ve sanırım öyle de oldu. Özellikle bu fikre inananların inanç seviyesi inanılmaz kuvvetli. Panellerde bakanlarımız sunumlarda pek soru almadıkları için "nasıl?" sorusunu soramadıysak da, 2 trilyon dolarlık hedefin; doların sabit kalması koşuluyla 10 yıl boyunca %11 civarında büyüme ile; doların belli bir patikada 1,3 düzeyine inmesi ile de %8 civarında büyüme ile olacağını aritmetik bilen herkes biliyordu ama kongrede insanlar kendi söyledikleri yalanlara bile inanır konumdaydılar. Yalan diyorum çünkü Türkiye’nin uzun dönemli büyüme performansı %4,5 - %5 civarında iken, AKP döneminde bu oran %5 - %5,5 civarındadır. 2023 hedefleri için geriye kalan tek yol sanırım yine TÜİK’ten geçiyor :) Bir diğer nokta da, normalde heterodoks olduğunu bildiğimiz hocaların bile, hemen hepsinin, sunumlarda etliye sütlüye dokunmaktan kaçındıklarına birebir şahit olduğumuz gerçeğidir. Evet hocalar görünmeyen bir iple dizginlenmişti. Mesela ben olsam çok daha net verilerle çok daha vurucu konuşabilirdim. Sinirli veya sert üsluptan bahsetmiyorum, sadece “kral çıplak” derdim. Ayrıca böyle bir kongrede Türkiye’nin en büyük iktisatçılarından Gülten Kazgan, İzzettin Önder ve Korkut Boratav’ı görememek beni ziyadesiyle üzdü. Zira bu hocalar zülf-i yâre dokunurlardı :) Efendim, kongre bir beyin fırtınasından ziyade, mevcut hedeflerin ve bu hedeflere ulaşma biçimlerinin onaylanması çerçevesinde yapıldı diyebilirim. Türkiye Ekonomisinin dinamikleri, dünya kapitalizminin mevcut durumu gibi konularda açıkçası genel olarak Pollyanna sahnedeydi. Sonuçta kongreye, bakış açınıza göre çok verimli geçmiş ya da ters taraftan tasdik görevi üstlenmiş olarak bakılabilirdi. İyi günler. Merhaba,
Bugün Kadıköy’de, 30 Ekim – 1 Kasım arasında yapılacak İzmir İktisat Kongresi’nde giymek üzere birkaç giysi bakarken Natülüs AVM’de çok güzel bir sürprizle karşılaştım. Saat 15.00 civarı geldiğimde piyano, yan flüt ve keman enstrümanlarından oluşan Cumhuriyet Konseri vardı. :) Çeşitli marşlar, Atatürk’ün sevdiği şarkılar çalındı. Zamanla kalabalık da olmaya başladı ve konser bitene kadar dinledim. AVM iticiliğinden uzaklaştığıma ve en azından cumhuriyet konseri dinlediğime sevindim :) Aslında bu tür şeyler beni hem çok mutlu ediyor hem de hüzünlendiriyor. Çünkü bu konser pazarlama amacıyla yapılsa da güzel bir etkinlikti, ancak konum itibariyle Kadıköy’deydi ve Türkiye’deki birçok yerde ilgi çekmezdi de. Ayrıca konser anında zaman zaman 20. yy. başlarına doğru daldım gittim ve kafayı kaldırdığımda, gördüğüm manzarayı anlatmak istemiyorum. (bkz: AVM insanları – sanırım algıda seçiciyim.) Orada aklıma Çanakkale ve İstiklal Savaşı, devrimler ve birçok şey geldi ve onlar ile şimdiyi karşılaştırdım. (Düşünmek – yazmaktan ve konuşmaktan hızlı). Sonra şu soruyu sordum kendime: Ne oldu bize? Cumhuriyet’i neden bu hale soktuk? Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesillerle muasır medeniyet seviyesini hedefleyen Cumhuriyet Devriminden elimizde kalan, toplumda ne olup bittiğinden bihaber, değil kitap - gazete bile okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan bir nesil ve artık kaybolmuş Cumhuriyet coşkusu… (Modaya uyup, tarihi çarpıtarak Cumhuriyet'e saydıranlara selam olsun.) Daha sonra şunu düşündüm: 60’larda Sosyalist Türkiye gayesi taşıyan Yalçın Küçük ve Tevfik Çavdar gibi hocalarımızın 2000’lerin ikinci yarısında neden Kemalist oldukları aslında çok açık. 60’lar için Sosyalist Türkiye, en azından bu fikirde olanlar için, Cumhuriyet’in ilerisinde bir aşamaydı. Ancak şimdi bu mevcut aşama bile sallanırken, tarihsel olarak gerici görünse de ilerici olmak Kemalist olmaktı. Çünkü Türkiye’deki Cumhuriyet devrimi, alelade bir batılı burjuva demokratik devrimi değildi. Çok ciddi antiemperyalist ve aydınlanmacı yönleri vardı. Biz daha oralarda Avrupa’dan iki yüz yıl gerideydik ve Avrupa'dan farklı olarak devrim sonrası karşımızda Avrupa vardı. Aradaki fark kendi kendine kapanamazdı ve dolayısıyla 20. yy’nin en büyük devrimcilerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları bu durumu devrimle aşmaya çalıştılar. Nesnel şartlar ve öznenin gücü birleşerek Cumhuriyeti ilan etti. Devrimden 90 yıl sonra ise işler kurucuların istediği seviyede değil. Evet Cumhuriyet tepeden bir devrimdir. Ama başka türlü şeyler yaşansaydı yani Çılgın Türkler, 20. yy’nin başlarında tarihi kırmasalardı neler olurdu tahmin bile etmek istemiyorum. (Klasik ama geçerli bir önerme bence. Elimizdekinin kıymetini pek anlayamıyoruz.) Şimdiden hastalanan liderlerimize de geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Yarın Cumhuriyet 90 yaşını doldurmuş olacak ama Cumhuriyeti tahribat mücadelesi de pek genç sayılmaz. Kutlu olsun! Merhaba,
İstanbulluların 11-12 Ekim’de Bakırköy Belediyesinin organizasyonunda, Ataköy’de Yunus Emre Kültür Merkezinde Marksist iki filozof Badiou ve Zizek’in “yeni sol” üzerine fikirlerini dinleme şansı oldu. Benim ikinci gününe katılabildiğim konferansa dair izlenimlerimi anlatmadan önce yaşadığım bir şaşkınlıktan bahsetmek istiyorum: Badiou’nun ve bazı Türk yazarların konuşacağı ilk gün “nasılsa çok kalabalık olmaz” diyerek tam konferansın başlama saatinde – 16.30’da kültür merkezinde gittiğimde, salonun taştığı ve simultane çeviri kulaklıklarının tükendiği gerçeği ile karşılaşınca “sorun değil ayakta da İngilizce dinlerim” diye düşünmüştüm ancak sunumun Fransızca yapılacağını öğrenince geri dönmek durumunda kaldım. Bu noktada dinleyemediğim için üzüldüysem de yoğun katılıma sevindiğimi söyleyebilirim. Bu arada başlangıçta, ikinci gün de konferansa katılacağım için, Yeşilköy’de ikametgah eden, fakülteden oda arkadaşım Erdem’in evinde kalmayı planlamıştım. Ancak Erdem saat o saatlerde Taksim’de olduğu için gün içerisinde önce Göztepe-Ataköy, ardından Ataköy-Taksim, sonra da Taksim-Yeşilköy seferi ile İstanbul trafiğinin en ince tellerine dokunmuş da oldum. :) İkinci gün ise dersimi aldığım için bu sefer saat 15.10 civarında konferans mahaline geldim ve kendini entelektüel olarak adlandırabilecek birçok insana taş çıkartabilecek donanıma sahip arkadaşım Uğur ile konferansı dinleme şansımız oldu. (Bu arada güncel Gezi Parkı hareketine de destek veren ve farklı bir dili olan Zizek sadece ikinci gün konuşacaktı ve özellikle onun söyleyeceklerini merak ediyordum.) Efendim küçük maceramızı bir kenana bırakırsak, ikinci gün konferans aynı konuşmacılarla iki ayrı oturum şeklinde yapıldı ve konferansa dair bence öne çıkan notlar şunlardı: Öncelikle tam anlamıyla bir oturum başkanı olmamasının sıkıntısını özellikle zaman yönetimi konusunda yaşadık. Zizek’in konuyu çok fazla uzatması ve çok da ilgili olmayan alanlara girmesi ile tali konular gereğinden fazla zamanımızı çaldı. Ayrıca Badiou'nun kulaklıklar bittiği için İngilizce konuşturulması da, bir yandan yararlı olurken öte yandan bir Fransız'ın İngilizce'yi ne kadar kötü konuştuğuna dair başka bir örnek oluşturması açısından oldukça sıkıntılıydı. Bu anlamda organizasyonu düzenleyen ekipte yer alan monokl yayınları ve belediye sınıfta kaldı diyebilirim. Fikir ayrılıkları olsa da birçok ortak paydada birleşen Zizek ve Badiou’nun konuşmalarından öne çıkan satırbaşları, bence, günümüz küresel kapitalizmine yönelik 4 farklı (özetle neoliberal – soft (direkt olarak belirtilmese de bir nevi Keynesyen) – ırkçı ve solcu) bakış açısının olduğu, solun kendisini bilimdeki gelişmelere göre (örneğin fizik) yenilemesi gerektiği, Türkiye’deki siyasi hareketlenmenin küresel boyutları olduğu, Türkiye’nin islami kapitalizmin kurucusu olduğu, dünyadaki temel iki çelişkinin modern – geleneksel çelişkisi ile kapitalizmin içsel hareketi ile halk hareketleri arasındaki çelişki olduğu ve sol hareketin iktidarı ele geçirmek yerine kendisine yeni bir siyasi alan yaratması gerektiğiydi. Tüm bu notlara rağmen Zizek ve Badiou’nun, iktisat teorisi yoksunu olmalarına ek olarak Türkiye’yi çalışmadan gelip konferans verdiği çok açıktı. Satır aralarında sıkça “Türkiye’de bu işler nasıl oluyor bilmiyorum ama…” gibi cümleler üzerinden yaptıkları soyut analizlerle bir an sanki Fransa’da yapılan bir konferansa katılmışız hissi yarattılar bende. Çünkü islami kapitalizm ve “mücadeleniz önemli, bunu geliştirin” gibi yüzeysel analizler dışındaki tüm saptamaları ve yorumları küresel düzeyde veya erken kapitalistleşmiş toplumlar için geçerli olsa da geç kapitalistleşmiş Türkiye için bence tam olarak geçerli sayılamaz. Her ne kadar, konferansın konusu küresel yapı üzerinden yeni sola yönelik olsa da örneğin, yine bence “siyasal alan yaratma” pratiği, Türkiye gibi hayat tarzına müdahale ve refah seviyesi gibi kritik sıkıntıları olan ve kimlikler siyaseti üzerinden muhafazakar egemenliğin olduğu ve solun ciddi hastalıklarının olduğu bir toplumda mümkün ve hatta gerekli de değildir. (seviyemiz için bkz: http://youtu.be/h6VHb0NsYcA) Bizim, özellikle kısa vadede, güncel sorunlarımıza yönelik pragmatik çözümlere ihtiyacımız varken Zizek ve Badiou’nun üst perdeden konuşmakta ısrar etmesi (biraz semantik sayılabilir) ve salondan da buna (somut öneri sorunu) tepki gelmemesi bence en önemli sorundu. (“Sen niye soru sormadın hocam?”, diyecek olursanız, elimi kaldırmama rağmen soru hakkı gelmediğini söylemek isterim.) Burada katılımcıların sorgulamak yerine “abi Zizek gelmiş adam karizma vs.” veya “felsefeye giriş 101’den şöyle kelimeler kaldı aklımda, dur ben bi’ onları ortalığa atayım bakalım ne diyecekler”in dışına sadece aşağıda belirttiğim haliyle “boş eleştiri” şeklinde çıkması da önemli bir etkendi. Yani Zizek ve Badiou’nun eksik analizlerini yüzlerine vuramadık. Bu da bizim özgünlüğümüz olsa gerek. Konferansa katılanlar arasında CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da vardı. Haliyle protokol olarak en ön sıraya oturdular. Konferansı dinlemeye gelen bazı genç arkadaşlarımız da kalabalığın da etkisi ile bu durumu protesto ettiler. Buna saygım var ancak görmezden geldikleri kritik bir nokta vardı: Bir siyasi parti lideri iki komünist filozofu dinlemeye gelmişti. Bence bu durum eleştiri yerine alkışı hak ediyordu. Tam da bu noktada Türkiye solunun hastalıklarından biriyle yeniden yüzleşmiş olduk. Boş eleştirilerle, dışlayıcı söylemlerle ve Mustafa Kemal Atatürk ile kavga ederek bir yere varılamayacağını kendini “solcu” olarak gören bazı vatandaşlarımıza hatırlatmak gerekli. Basitçe bu imkanı sağlayanın bir CHP belediyesi olduğunu düşünmek bile yeterli aslında. :) Ama hayır öyle olmadı ve teori yoksunu ve heyecanlı genç arkadaşlarımızın “giydirme” takıntısı çok fazla vakit kaybetmemize neden oldu. Türkiye’ye heterodoks iktisada ucundan kıyısından da olsa bulaşmış önemli bir akademisyen – yazar geldiğinde simultane çeviri için tek alternatif olan Sungur Savran hocamız yine harikaydı ve çok kez panelistlerin ne anlatmak istediğini akıcı Türkçesine ek olarak farklı bakış açılarıyla da açıklamaya çalıştı. Sungur hocaya bazen bir kadın çevirmen yardım etse de kritik noktalarda top hep Sungur hocadaydı. Hatta bir ara panelistlere yönelik Türkçe sorunun İngilizce çevirisini tam anlamayan Badiou’ya soruyu anlatan Zizek’in İngilizcesi sonrası Sungur hocanın başını sağa sola sallaması ve sinirlenip yerinden kalkması da gözlerimizden kaçmadı :) Bana soracak olursanız, Uğur'un yaptığı ve benim de tamamen katıldığım "bu konferans aslında üniversite hocaların katılımıyla forum şeklinde yapılmalıydı." önerisinin ne kadar geçerli olduğunu sanırım anlatabilmişimdir. Ayrıca tam da bu bağlamda, o anda, bence salonda olan en önemli teorisyen ne Zizek ne de Badiou’ydu. Sungur hoca çıkıp konuşsa gerçekten çok daha fazla şey öğrenebilirdik. Çünkü ne küresel anlamda kriz sonrası solun başarısızlığı ne de Türkiye’deki sol hareketin somut sonuçlara ulaşamamasına yönelik bir analiz dinledik. Sungur hoca en azından, fikirlerine katılmasanız bile, olayları iktisadi boyutuyla da ele alacağı için daha faydalı bir sunum yapardı diye iddia ediyorum ve böylece iktisadın önemini de vurgulamış oluyorum. :) Yine de Zizek ve Badiou'nun Türkiye'ye gelip konferans vermesi gayet olumlu bir gelişmedir. Son not olarak, Zizek’in Hegel’den yaptığı “Eski Mısırlıların sırları, kendileri için de bir sırdı.” alıntısını, “Zizek ve Badiou’nun somut olarak ne konuştuğu (özellikle Türkiye adına) kendileri için de bir sırdı.” şeklinde değiştirerek, konferansı sanırım özetleyebilirim. İyi günler, iyi bayramlar. 13 Ekim 2013. Merhaba, İstatistik sorunsalımız hakkında aslında akademik bir şeyler çıkarmak istiyorum ancak yine içimi dökmeye karar verdim ve yazmadan duramadım. :) Tabii ki akademik bir üslup ve içerikle konuyu daha sonra yeniden ele almayı düşünüyorum. Şimdi, yaşadığım sıkıntıların sadece bir tanesi üzerinden derdimi kısaca anlatmaya çalışacağım. Bir iktisatçı olarak sık sık makro iktisadi göstergeleri takip etmeye çalışıyorum. İstatistikler, doğru olarak hesaplandığında dahi zaman zaman gerçeği sunmasa bile, en azından birbiri ile bağlantılı incelediğinizde özellikle makro analiz çalışmalarında iktisatçılar için önemlidir. (İstatistiklerin okunmasının arkasında yatan dünya görüşü ise ayrı bir değerlendirme gerektiriyor. Bkz: Şimşek – Rodrik tartışması. Şimdilik sadece yayın kısmıyla ilgilenelim.) Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de bilimsel manada veri yayımlayan TÜİK, TCMB, Hazine, Kalkınma Bakanlığı (eski DPT) gibi birçok kurumu var. Ancak bu kurumların istisnasız hepsinin istatistik veritabanları rezil durumda ki çoğu da, kuruma özgü bir istatistik olmadıkça, TÜİK kaynaklı çalışıyor. Hal böyleyken, adı üzerinde istatistik kurumu olan TÜİK’in istatistikleri en çok başvurduğum istatistikler oluyor ya da boğuştuğum! Örneğin; şuradan Türkiye’nin GSYİH’sına ilişkin tarihsel verilere (hatta Osmanlı’ya ait verilere de) ulaşmak istiyorsunuz ve veri-setini açıyorsunuz. Aaaa o da ne? En eski veri 1987 yılına! ait ve 87’den 2013’e tek bir seri oluşturmanız bile mümkün değil! Çünkü iki farklı seri kullanılmış ve serileri birbirine bağlayacak endeks değerlerini sunmaya gerek bile görmemişler. Baz yılı değiştirmek kabul edilebilir bir hamledir ancak istatistiklerle çalışanlar için en azından endeks kolaylığı sağlanabilir. Nitekim TÜİK'te bu özellik yok; ‘87 serisi 2006’da bitiyor, ‘98 serisi de '98'den bugüne olan verileri kapsıyor. Bu verdiğim sadece bir örnek. Diğer veriler için de durum aynı, yani tarihsel karşılaştırma yapmanız zor. Bunun için elle endeks rakamlarını hesaplayıp bir yargıya varmanız gerekli. Örneğin, ilgili milli gelir istatistikleri için, ‘87 milli gelir serisi ile ‘98 milli gelir serisinin büyüme rakamlarını direkt olarak karşılaştırmanız teorik olarak olanaksız ve yanlıştır. Bunun yerine şöyle bir istatistik göstergeler kitabından verilere ulaşmaya çalışırsınız ya da benim gibi başka veritabanlarını (yerli ve yabancı) tırmalamaya çalışırsınız. Öte yandan, erişilebilirlik ve tarihsel karşılaştırma sorunlarına ek olarak veriler için ciddi bir güvenilirlik sorunu da söz konusu. Hangimiz Türkiye’de enflasyonun gerçekten %8, işsizliğin ise %10 civarında olduğuna ya da cari işlemler dengesindeki altın ihracatı kalemindeki verilere inanıyoruz? Bu işlerle biraz ilgilenen insanlar TÜİK’in veri güvenilirliğini son yıllarda iyice kaybettiği konusunda hemfikir. Toparlamak gerekirse, istatistik kurumlarının verileri;
Maalesef bu özelliklerin hiçbirini taşımayan TÜİK istatistik veritabanı benim gibi iktisatçıları serbest güreşe davet ederken, TÜİK sanırım verilerinin muhteşem olduğunu düşündüğünden şu sıralar veriler yerine logo ve arayüz yenilemekle meşgul! Aslında hangi kurumumuz profesyonelliğe, disipline, etiğe bağlı çalışıyor ki TÜİK çalışsın değil mi? Balık baştan kokar. İyi günler. Tekrar merhaba,
Rusya notlarının ikinci ve son bölümü ile karşınızdayım. Yazı dizisinin birinci kısmı olan St. Petersburg notları için bu yazıyı inceleyebilirsiniz. St. Petersburg sonrası 19’u sabahı oldukça modern (Alman üretimi) bir hızlı trenle saat 10.30 gibi Moskova’ya vardık ve ardından kalacağımız hostele geçtik. Ancak o hostelde şöyle bir sıkıntı yaşadık: Hostele vardığımızda (Fresh Kuznetsy Hostel), görevli bizden ödemeyi nakit olarak vermemizi istedi. Booking.com’dan rezervasyonu kartla ödeme yapılacak şekilde yaptığımı söylememe rağmen ısrarla nakit istedi. Tabii bu arada İngilizce sorununu yine yaşadık :) Ben de kesinlikle nakit vermeyeceğimi, kart kabul etmeleri gerektiğini söyledim. O zaman da sayın görevlimiz bilgisayar ekranından bir siteyi açtı ve “sistemin” %5,27 komisyon alacağını söyledi! Haliyle önce nakit isteyen, ardından da kredi kartı için saçma kurnazlıklara giren yerde kalamazdık ve oradan ayrıldık. Tabii bu arada elimizde çantalar ve valizler var :) Şehir merkezine geldiğimizde önce yine bir şehir rehberi edindim. Oradan önerilen uygun hotellere baktık ve yoldan geçen ve İngilizce bileceğini düşündüğümüz insanlardan rica ederek ilgili yerleri aramalarını sağladık ancak doluydu :) Sonra yeniden booking.com’a bakalım diye düşündük ve wi-fi olan bir kafeye oturduk. Oradan bir hotel (Hotel Cosmos) ayarlamızla beraber hemen yola koyulduk. 3 yıldız taşıyan bu hotele vardığımızda, görevliyle ilgili rezervasyon bilgilerimi paylaşmaya çalışırken (yine İngilizce sorunu) yeniden bir sıkıntı çıktı :) Görevli bana sadece bir kişilik rezervasyon yaptığımı ve ilgili durum için rezervasyon birimiyle telefonda görüşmem gerektiğini söyledi. Ben de sakin kalmaya çalışarak hotelden ayarladıkları telefonu açtım. Önce Rusça konuşan bir görevli çıktı, ben İngilizce cevap verdikten sonra sanırım beni bir yere bağladı fakat 4-5 dakika boyunca kimse cevap vermedi. Ben de yine sakin kalmaya çalışarak :D Emre’nin tabletinden de faydalanarak booking.com’daki rezervasyonumuzun ayrıntılarını anlatmaya çalışırken sonunda İngilizce bilen bir görevliye denk geldik ve birkaç dakika içerisinde odaya geçtik. (Bu arada kan ter içerisinde kaldığımızı söylememe gerek var mı?) Hotel çok büyük ve 3 yıldızlı olmasına rağmen wi-fi verimli çalışmıyordu ve mobilyalar çok çok eskiydi. Gerçi bunlar çok büyük sorunlar sayılmaz. :) Yeni ürünlere sahip olmak zorunda değiller ama pratik zekası olmayan personeli bünyem pek kabul etmiyor. Ancak yine de şansımıza Kozmonot müzesi ve anıtı, TV Kulesi ve birkaç önemli katedral hotele yürüme mesafesindeydi ve odamızdan görülebiliyordu. Moskova maceramız, biraz yorucu şekilde, böylece başlamış oldu. Moskova’da kaldığımız 3 gün boyunca Kızıl Meydan ve bünyesindeki Kremlin Sarayı (birkaç bölümden oluşuyor), St. Basil Katedrali, Tarih Müzesi, Lenin Mozolesi, Bilinmeyen Asker Mozolesine ek olarak; Tretyakov Galerisi, Victory Park, Gorki Parkı, Pushkin Müzesi, Bolshoi Tiyatrosu, Moskova Devlet Üniversitesi, Kozmonot Müzesi ve Anıtı, TV Kulesi, İşçi Adam ve Çiftçi Kadın Heykeli, Arbat Sokağı (hediyelik eşya yeri), Kurtarıcı İsa Katedrali, Ünlüler Mezarlığı gibi birçok yeri gezip görme şansımız oldu ki bunların yanında gidemediğimiz yerler de oldu. Bu yerler hakkındaki ayrıntılı bilgiyi de yine ve yeniden Hz. Google’a bırakıyorum. Moskova’daki günlerimizde görme fırsatına eriştiğimiz bu tarihi yerlerin hepsine dair gezi notlarımı yazmam pek mümkün değil. Bu nedenle benim için öne çıkan üç yerden bahsetmek istiyorum. Ancak bahsetmeden önce belirtmek isterim ki dikkatimizi ilk çeken nokta tabii ki harika Moskova Metrosu oldu. (Özellikle 5 numaralı hat ne kadar akıllıca tasarlanmış değil mi?) Bu arada duraklardaki tabelalalarda Latin harfleriyle durak isimleri yazmıyor, yani Kirilce şart ve aslında eğlenceli de :) Ancak muhteşem ağı ve hepsi birbirinden güzel istasyonları ile metro kendi başına bir yeraltı şehri niteliğinde. Benim için gezilmesi gereken üç kritik nokta ise şunlardı: Birincisi Kızıl Meydan ve etrafındaki müze – mozole – katedraller, ikincisi Nazım Hikmet’in de mezarının da yer aldığı Ünlüler Mezarlığı ve son olarak Kozmonot Müzesi. Hotele yakın olduğu için önce Kozmonot müzesini gezdik. Beğenilmeyen Sovyetler’in uzaya ilk insanı göndermeyi başaran uygarlık olduğunu unutmayalım. Özellikle benim gibi Gagarin’in deneyimleriyle özel olarak ilgilenen biri için müze harika bir gezi deneyimiydi. Bu teknolojik gelişme Sovyetlerin dünyayı sömürmeden de neler yapılabileceğini gösterdiği örneklerden birisi sadece. Şimdi önem sırasındaki ilk iki yere gelelim: Kızıl Meydan şehrin tam ortasında ya da şehri Kızıl Meydan etrafına kurmuşlar diyebilirim. Ayrıca fotoğraftan da dikkatinizi çekebileceği üzere biz gittiğimizde meydanda sanırım konser tarzı bir etkinlik hazırlığı vardı. Meydanı boş haliyle görmek daha büyüleyici olabilir. Yukarıda belirttiğim gibi Kremlin Sarayı, St. Basil Katedrali, Lenin Mozolesi, Tarih Müzesi ve Bilinmeyen Asker Mozolesi Kızıl Meydan hinterlandında. Yine bazı diğer önemli yerler de Kızıl Meydan’a yürüme mesafesinde. Bu müzelerin hepsinin içine giremedik çünkü her müzeye girmeye çalışırsanız bizim gibi paranız suyunu çekebilir :) Ama Kızıl Meydan’da olmak ve her ne kadar üzerinden yirmi küsür yıl geçmiş olsa da o havayı alabilmek benim için müthiş bir deneyimdi. Bu duygumu tam olarak kelimelerle ifade edebilmem mümkün değil; önce hissetmeniz sonra da orayı yaşamanız gerekli... Nazım Usta ziyaretimiz ise şöyle oldu: Önce mezarlığı biraz arayarak bulduk. Sonra tabii ki ustanın yerini bulmamız gerekiyordu. O arada yine bir süre debelendik :) ve sonradan Türkiye’ye iş gezileri için geldiğini öğrendiğim birinden yardım aldık ve onunla Nazım Usta üzerine konuşma fırsatım oldu. Kendisi onun neden burada olduğunu sordu ve ben de malum nedenleri anlattım. Üzücü :( ve tabii ki burada da gerçekten çok farklı duygular hissettiğimi söyleyebilirim. Tıpkı St. Petersburg'da olduğu gibi Moskova'da da üç gün boyunca şehri adım adım gezmeye çalıştık diyebilirim. Zaten yurtdışı gezileri böyle yapılır diye düşünüyorum. Bir başka deyişle Moskova’nın birçok yerini gezip gördük ve yerel yemeklerden tatmaya çalıştıktan sonra 22’si öğleninde hotelden çıkışımızı yaptık ve Sheremetyevo Havalimanından, 25 dakika da rötar yapan 18.30 akşam uçağıyla da İstanbul yollarına koyulduk. Yerel saat avantajı ile de 3 saatlik yolculuğa rağmen 21.00 civarında İstanbul Atatürk Havalimanı’na vardık. Türkiye’ye geldiğimi ise 8-9 dakika metro bekleyerek, metroda 60 yaşlarında bir amcanın yine o yaşlarda olan eşini bizden sakınmaya çalışması (bayan varmış oturamazmış bizim yanımıza!), artık klasikleşmiş metrobüs rezaleti (itişenler, ayağınıza basıp özür bile dilemeyenler, havasız araçlar vs.) ile anladım ve kendi kendime “Welcome to Turkey Togan!” diyerek alıştığımız kaos hayatına, bir haftalık ara sonrası, dönüş yapmış oldum. Bu geziye ilişkin bazı önemli notları ve tavsiyelerimi şöyle toparlamak isterim (bazılarına yazı dizisinin satır aralarında değinmiştim): 1. Rusya’da SSCB sonrası kapitalizme geçiş sürecinin tamamlanmadığını çok rahat görebilirsiniz. Bir yanda “avm”ler, bir yanda eski doku, bir yanda yolsuzluklar, bir yanda sade halk, bir yanda lüks içinde yaşayanlar… Öğrendiğimize göre Putin’in, Yeltsin’in yarattığı sıkıntılı vaziyeti düzeltmesi sonrası hala bu haldeler ki tahminlerim de o yöndeydi. Eski sistemin unsurları vaktinde çok iyi kurulmuş ama yenilenmemiş, sonra onu çöpe atmaya çalışmışlar (bkz. Şok tedavi) olmamış, şimdi de bu durumdalar. 2. Sosyalizmin yarattığı bir sonuç mudur yoksa kapitalizme geçiş sonrası mı böyle olmuştur ya da tam da bu nedenle mi kapitalizme geçiş halk desteği görmüştür bilemem ama sosyal bilimci gözüyle bakarsanız halkın bir zamanlar Türkiye’deki muhafazakar kesimin yaşadığı türden bir kimlik bunalımı yaşadığını ve hatta biraz da “görmemiş” olduğunu sezebilirsiniz. Kapitalizm geliştikçe görmemişlikleri ortadan kalkabilir ama eskiye özlem de duyabilirler, izleyip göreceğiz. Zira yaşlı ve genç nüfus arasındaki tüketim kalıbı farkı (telefonlar, giysiler vs.) çok net. 3. Biz İstanbul’da etrafta çok fazla polis görmeye alışkın olduğumuz için bazı noktalarda polis görmek çok anormal izlenim yaratmadıysa da; istasyonlarda, sokaklarda ortalama bir Avrupa şehrine göre daha çok polis var. Ayrıca direkt olarak rüşvet isteyen bir kamu görevlisi ile karşılaşmadıysam da polislerin pasaport kontrölü bahanesiyle rüşvet isteyebileceği aklınızda olsun. Ayrıca maalesef işten kaytaran memur mantığı birçok yere işlemiş durumda. Pratik çözüm ruhuna henüz sahip değiller. Çok kez derdimizi anlatamadık ve yavaş işleyiş bizi yordu. 4. İngilizce bilmiyorlar! Şanslıysanız İngilizce bilen birilerine denk gelebilirsiniz. Hatta Türkçe bilenlere denk gelmeniz daha olası zira birçok Türki Cumhuriyet kökenli insan oralarda iş tutmuş :) Bu nedenle en azından Kiril alfabesindeki harflerin latin karşılıklarını öğrenmeye çalışın (dediğim gibi öğrenmeye çalışmak zor değil ve gayet eğlenceli). İlk günden itibaren bu çok işime yaradı, çünkü birçok yerde latince karşılık bulamayabilirsiniz. 5. Hollywood filmlerinin etkisinde kalıp Rusya hakkında kötü fikirlere kapılmayın. Rusya benim ölçütlerime göre bizden daha gelişmiş bir ülke. Mesela yukarıda söylediğim dil ve kısmi görmemişlik sorununu saymazsak insanlar bizden daha kültürlü ve medeni. Trafik kurallarına uyuyorlar, birbirlerini sokakta rahatsız etmiyorlar vs. Muhtemelen eğitim ve sağlık sistemi de bizden ileridedir. 6. Gittiğimiz iki şehir de düz bir şehir. Tepeleri vadileri vs. yok. Ayrıca her iki şehir de oldukça düzgün kentleşmiş ve muhteşem bir ulaşım ağı var. Düzgün ve geniş caddeleri otobüsler, troleybüsler, tramvaylar, trenler ve metrolarla örmüşler. Evet, ulaşım araçları yeni değil ama İstanbul’dakiler yeni de ne oluyor değil mi? :) (“Demiryolu gomilist işidir!” diyenlere selam!) Ayrıca her istasyon bir bina şeklinde ve bir sanatsal kimliği var. Bu nedenle her gittiğiniz yabancı memlekette yapılması gereken temel şeyi yapın ve bir harita edinin. Bu sayede istediğiniz yere çok kolay ulaşabilirsiniz. “Şurası haritaya göre uzak” diye çekinmeyin. 7. Yanınızda mutlaka nakit (ruble) bulundurun. Çünkü bazı yerlerde kredi kartı geçmiyor. (kapitalistleşme konusunda önlerinde yol olduklarını anlayabileceğiniz başka bir gösterge) Geçen yerlerde de ender de olsa komisyon isteyebilirler. Tekrar hatırlatayım, kur 1 TL = 16,2 Ruble civarında. Ayrıca Euro ve Dolar dışındaki para birimlerini öyle her yerde ruble ile değiştiremeyebilirsiniz. Bunlara ek olarak kent yaşamı pahalı; içki, sigara ve ulaşım dışında fiyat seviyesi İstanbul düzeyinde. 8. Akdenizli olduğumuz için insanlar size soğuk görünebilir ama genelde öyle değiller. Yardımcı olmaya çalışanlarla mutlaka karşılaşırsınız. 9. Müzelerde giriş ve fotoğraf çekmek ayrı ücretlere tabi. Kontrol için odalarda görevliler var ama fotoğraf çekerken yanınıza gelip de biletinize bakmıyorlar. 10. Yazı dizimde de bahsettiğim Azeri esnaftan öğrendiğim kadarıyla Türk hükümetini Amerikancı buluyorlar ve sevmiyorlar. Ancak bunun bize karşı direkt bir yansıması olmadı. 11. “Ya bu et domuz etiyse” gibi bir fikriniz varsa korkmayın. Çoğu yerde birçok alternatif var. Ayrıca Mc-Donalds, Subway gibi yemek yerleri şehirleri işgal etmiş durumda. (ABD’nin askersiz işgal başarısı).Yerel yemekleri tadın. Ayrıca Türkiye’de bir türlü bulamadığım kahve kültürünü canlı canlı yaşamak güzeldi :) 12. Hediyelik olarak alınması gerekenler olarak tabii ki bir numarada votka, sonra da matruşka ve şehir magnetlerini önerebilirim. Hediyelik eşya dükkanlarında oldukça fazla alternatif var. Yalnız, hediyelik eşya satan mağazalarla mutlaka pazarlık yapın. (Pazarlık konusunda en çok Türklerden çekiyorlarmış.) Fiyatları yarıya kadar indirebiliyorlar. Çünkü sanırım üretim yerli değil. Her yerde olduğu gibi orada da Çin işgali söz konusu. (Çinli mağaza patronları ve duyduklarımız bu argümanı temellendiriyor ancak kesin öyledir diyemem.) 13. Amerika’ya gitmiyorsunuz. Tarihi, kültürel birikimi ve kimliği olan bir medeniyetin kurduğu şehirlere gidiyorsunuz unutmayın. Tarihi değerlere, parklara ve şehrin dokusuna sahip çıkıyorlar. Bu özellikler bizim belediyelerimizde yok. Parkları AVM'ye, eski binaları rezidansa dönüştürmeden de şehirciliğin olabilirliğini veya nasıl olması gerektiğini görebilirsiniz. Bir kent ve insanları; sadece son model otomobiller, bilgisayarlar veya gökdelenler, modern binalar demek değildir. 14. Son bir genel notla bitirmek isterim, gideceğiniz yerlerde “tur” saçmalığına girmeyin. Avrupa kentleri bizimkilere benzemez. Çok rahatlıkla kendiniz gezebilirsiniz. Özgürlüğünüzü kısıtlamayın. Efendim sözün kısası zıtlıklar ülkesi Rusya’yı mutlaka ziyaret edin. Belki benim gibi kızıl meydanda AVM (bkz: evimizin içine bile AVM yapacaklar!) olmasına içerleyebilirsiniz ancak eğlenceli vakit geçireceğiniz kesin. İyi günler. 24 Eylül 2013 |
AuthorMuhtelif notlar... Archives
Kasım 2017
Categories |