Merhaba,
Bugün Kadıköy’de, 30 Ekim – 1 Kasım arasında yapılacak İzmir İktisat Kongresi’nde giymek üzere birkaç giysi bakarken Natülüs AVM’de çok güzel bir sürprizle karşılaştım. Saat 15.00 civarı geldiğimde piyano, yan flüt ve keman enstrümanlarından oluşan Cumhuriyet Konseri vardı. :) Çeşitli marşlar, Atatürk’ün sevdiği şarkılar çalındı. Zamanla kalabalık da olmaya başladı ve konser bitene kadar dinledim. AVM iticiliğinden uzaklaştığıma ve en azından cumhuriyet konseri dinlediğime sevindim :) Aslında bu tür şeyler beni hem çok mutlu ediyor hem de hüzünlendiriyor. Çünkü bu konser pazarlama amacıyla yapılsa da güzel bir etkinlikti, ancak konum itibariyle Kadıköy’deydi ve Türkiye’deki birçok yerde ilgi çekmezdi de. Ayrıca konser anında zaman zaman 20. yy. başlarına doğru daldım gittim ve kafayı kaldırdığımda, gördüğüm manzarayı anlatmak istemiyorum. (bkz: AVM insanları – sanırım algıda seçiciyim.) Orada aklıma Çanakkale ve İstiklal Savaşı, devrimler ve birçok şey geldi ve onlar ile şimdiyi karşılaştırdım. (Düşünmek – yazmaktan ve konuşmaktan hızlı). Sonra şu soruyu sordum kendime: Ne oldu bize? Cumhuriyet’i neden bu hale soktuk? Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesillerle muasır medeniyet seviyesini hedefleyen Cumhuriyet Devriminden elimizde kalan, toplumda ne olup bittiğinden bihaber, değil kitap - gazete bile okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan bir nesil ve artık kaybolmuş Cumhuriyet coşkusu… (Modaya uyup, tarihi çarpıtarak Cumhuriyet'e saydıranlara selam olsun.) Daha sonra şunu düşündüm: 60’larda Sosyalist Türkiye gayesi taşıyan Yalçın Küçük ve Tevfik Çavdar gibi hocalarımızın 2000’lerin ikinci yarısında neden Kemalist oldukları aslında çok açık. 60’lar için Sosyalist Türkiye, en azından bu fikirde olanlar için, Cumhuriyet’in ilerisinde bir aşamaydı. Ancak şimdi bu mevcut aşama bile sallanırken, tarihsel olarak gerici görünse de ilerici olmak Kemalist olmaktı. Çünkü Türkiye’deki Cumhuriyet devrimi, alelade bir batılı burjuva demokratik devrimi değildi. Çok ciddi antiemperyalist ve aydınlanmacı yönleri vardı. Biz daha oralarda Avrupa’dan iki yüz yıl gerideydik ve Avrupa'dan farklı olarak devrim sonrası karşımızda Avrupa vardı. Aradaki fark kendi kendine kapanamazdı ve dolayısıyla 20. yy’nin en büyük devrimcilerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları bu durumu devrimle aşmaya çalıştılar. Nesnel şartlar ve öznenin gücü birleşerek Cumhuriyeti ilan etti. Devrimden 90 yıl sonra ise işler kurucuların istediği seviyede değil. Evet Cumhuriyet tepeden bir devrimdir. Ama başka türlü şeyler yaşansaydı yani Çılgın Türkler, 20. yy’nin başlarında tarihi kırmasalardı neler olurdu tahmin bile etmek istemiyorum. (Klasik ama geçerli bir önerme bence. Elimizdekinin kıymetini pek anlayamıyoruz.) Şimdiden hastalanan liderlerimize de geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Yarın Cumhuriyet 90 yaşını doldurmuş olacak ama Cumhuriyeti tahribat mücadelesi de pek genç sayılmaz. Kutlu olsun!
0 Comments
Merhaba,
İstanbulluların 11-12 Ekim’de Bakırköy Belediyesinin organizasyonunda, Ataköy’de Yunus Emre Kültür Merkezinde Marksist iki filozof Badiou ve Zizek’in “yeni sol” üzerine fikirlerini dinleme şansı oldu. Benim ikinci gününe katılabildiğim konferansa dair izlenimlerimi anlatmadan önce yaşadığım bir şaşkınlıktan bahsetmek istiyorum: Badiou’nun ve bazı Türk yazarların konuşacağı ilk gün “nasılsa çok kalabalık olmaz” diyerek tam konferansın başlama saatinde – 16.30’da kültür merkezinde gittiğimde, salonun taştığı ve simultane çeviri kulaklıklarının tükendiği gerçeği ile karşılaşınca “sorun değil ayakta da İngilizce dinlerim” diye düşünmüştüm ancak sunumun Fransızca yapılacağını öğrenince geri dönmek durumunda kaldım. Bu noktada dinleyemediğim için üzüldüysem de yoğun katılıma sevindiğimi söyleyebilirim. Bu arada başlangıçta, ikinci gün de konferansa katılacağım için, Yeşilköy’de ikametgah eden, fakülteden oda arkadaşım Erdem’in evinde kalmayı planlamıştım. Ancak Erdem saat o saatlerde Taksim’de olduğu için gün içerisinde önce Göztepe-Ataköy, ardından Ataköy-Taksim, sonra da Taksim-Yeşilköy seferi ile İstanbul trafiğinin en ince tellerine dokunmuş da oldum. :) İkinci gün ise dersimi aldığım için bu sefer saat 15.10 civarında konferans mahaline geldim ve kendini entelektüel olarak adlandırabilecek birçok insana taş çıkartabilecek donanıma sahip arkadaşım Uğur ile konferansı dinleme şansımız oldu. (Bu arada güncel Gezi Parkı hareketine de destek veren ve farklı bir dili olan Zizek sadece ikinci gün konuşacaktı ve özellikle onun söyleyeceklerini merak ediyordum.) Efendim küçük maceramızı bir kenana bırakırsak, ikinci gün konferans aynı konuşmacılarla iki ayrı oturum şeklinde yapıldı ve konferansa dair bence öne çıkan notlar şunlardı: Öncelikle tam anlamıyla bir oturum başkanı olmamasının sıkıntısını özellikle zaman yönetimi konusunda yaşadık. Zizek’in konuyu çok fazla uzatması ve çok da ilgili olmayan alanlara girmesi ile tali konular gereğinden fazla zamanımızı çaldı. Ayrıca Badiou'nun kulaklıklar bittiği için İngilizce konuşturulması da, bir yandan yararlı olurken öte yandan bir Fransız'ın İngilizce'yi ne kadar kötü konuştuğuna dair başka bir örnek oluşturması açısından oldukça sıkıntılıydı. Bu anlamda organizasyonu düzenleyen ekipte yer alan monokl yayınları ve belediye sınıfta kaldı diyebilirim. Fikir ayrılıkları olsa da birçok ortak paydada birleşen Zizek ve Badiou’nun konuşmalarından öne çıkan satırbaşları, bence, günümüz küresel kapitalizmine yönelik 4 farklı (özetle neoliberal – soft (direkt olarak belirtilmese de bir nevi Keynesyen) – ırkçı ve solcu) bakış açısının olduğu, solun kendisini bilimdeki gelişmelere göre (örneğin fizik) yenilemesi gerektiği, Türkiye’deki siyasi hareketlenmenin küresel boyutları olduğu, Türkiye’nin islami kapitalizmin kurucusu olduğu, dünyadaki temel iki çelişkinin modern – geleneksel çelişkisi ile kapitalizmin içsel hareketi ile halk hareketleri arasındaki çelişki olduğu ve sol hareketin iktidarı ele geçirmek yerine kendisine yeni bir siyasi alan yaratması gerektiğiydi. Tüm bu notlara rağmen Zizek ve Badiou’nun, iktisat teorisi yoksunu olmalarına ek olarak Türkiye’yi çalışmadan gelip konferans verdiği çok açıktı. Satır aralarında sıkça “Türkiye’de bu işler nasıl oluyor bilmiyorum ama…” gibi cümleler üzerinden yaptıkları soyut analizlerle bir an sanki Fransa’da yapılan bir konferansa katılmışız hissi yarattılar bende. Çünkü islami kapitalizm ve “mücadeleniz önemli, bunu geliştirin” gibi yüzeysel analizler dışındaki tüm saptamaları ve yorumları küresel düzeyde veya erken kapitalistleşmiş toplumlar için geçerli olsa da geç kapitalistleşmiş Türkiye için bence tam olarak geçerli sayılamaz. Her ne kadar, konferansın konusu küresel yapı üzerinden yeni sola yönelik olsa da örneğin, yine bence “siyasal alan yaratma” pratiği, Türkiye gibi hayat tarzına müdahale ve refah seviyesi gibi kritik sıkıntıları olan ve kimlikler siyaseti üzerinden muhafazakar egemenliğin olduğu ve solun ciddi hastalıklarının olduğu bir toplumda mümkün ve hatta gerekli de değildir. (seviyemiz için bkz: http://youtu.be/h6VHb0NsYcA) Bizim, özellikle kısa vadede, güncel sorunlarımıza yönelik pragmatik çözümlere ihtiyacımız varken Zizek ve Badiou’nun üst perdeden konuşmakta ısrar etmesi (biraz semantik sayılabilir) ve salondan da buna (somut öneri sorunu) tepki gelmemesi bence en önemli sorundu. (“Sen niye soru sormadın hocam?”, diyecek olursanız, elimi kaldırmama rağmen soru hakkı gelmediğini söylemek isterim.) Burada katılımcıların sorgulamak yerine “abi Zizek gelmiş adam karizma vs.” veya “felsefeye giriş 101’den şöyle kelimeler kaldı aklımda, dur ben bi’ onları ortalığa atayım bakalım ne diyecekler”in dışına sadece aşağıda belirttiğim haliyle “boş eleştiri” şeklinde çıkması da önemli bir etkendi. Yani Zizek ve Badiou’nun eksik analizlerini yüzlerine vuramadık. Bu da bizim özgünlüğümüz olsa gerek. Konferansa katılanlar arasında CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da vardı. Haliyle protokol olarak en ön sıraya oturdular. Konferansı dinlemeye gelen bazı genç arkadaşlarımız da kalabalığın da etkisi ile bu durumu protesto ettiler. Buna saygım var ancak görmezden geldikleri kritik bir nokta vardı: Bir siyasi parti lideri iki komünist filozofu dinlemeye gelmişti. Bence bu durum eleştiri yerine alkışı hak ediyordu. Tam da bu noktada Türkiye solunun hastalıklarından biriyle yeniden yüzleşmiş olduk. Boş eleştirilerle, dışlayıcı söylemlerle ve Mustafa Kemal Atatürk ile kavga ederek bir yere varılamayacağını kendini “solcu” olarak gören bazı vatandaşlarımıza hatırlatmak gerekli. Basitçe bu imkanı sağlayanın bir CHP belediyesi olduğunu düşünmek bile yeterli aslında. :) Ama hayır öyle olmadı ve teori yoksunu ve heyecanlı genç arkadaşlarımızın “giydirme” takıntısı çok fazla vakit kaybetmemize neden oldu. Türkiye’ye heterodoks iktisada ucundan kıyısından da olsa bulaşmış önemli bir akademisyen – yazar geldiğinde simultane çeviri için tek alternatif olan Sungur Savran hocamız yine harikaydı ve çok kez panelistlerin ne anlatmak istediğini akıcı Türkçesine ek olarak farklı bakış açılarıyla da açıklamaya çalıştı. Sungur hocaya bazen bir kadın çevirmen yardım etse de kritik noktalarda top hep Sungur hocadaydı. Hatta bir ara panelistlere yönelik Türkçe sorunun İngilizce çevirisini tam anlamayan Badiou’ya soruyu anlatan Zizek’in İngilizcesi sonrası Sungur hocanın başını sağa sola sallaması ve sinirlenip yerinden kalkması da gözlerimizden kaçmadı :) Bana soracak olursanız, Uğur'un yaptığı ve benim de tamamen katıldığım "bu konferans aslında üniversite hocaların katılımıyla forum şeklinde yapılmalıydı." önerisinin ne kadar geçerli olduğunu sanırım anlatabilmişimdir. Ayrıca tam da bu bağlamda, o anda, bence salonda olan en önemli teorisyen ne Zizek ne de Badiou’ydu. Sungur hoca çıkıp konuşsa gerçekten çok daha fazla şey öğrenebilirdik. Çünkü ne küresel anlamda kriz sonrası solun başarısızlığı ne de Türkiye’deki sol hareketin somut sonuçlara ulaşamamasına yönelik bir analiz dinledik. Sungur hoca en azından, fikirlerine katılmasanız bile, olayları iktisadi boyutuyla da ele alacağı için daha faydalı bir sunum yapardı diye iddia ediyorum ve böylece iktisadın önemini de vurgulamış oluyorum. :) Yine de Zizek ve Badiou'nun Türkiye'ye gelip konferans vermesi gayet olumlu bir gelişmedir. Son not olarak, Zizek’in Hegel’den yaptığı “Eski Mısırlıların sırları, kendileri için de bir sırdı.” alıntısını, “Zizek ve Badiou’nun somut olarak ne konuştuğu (özellikle Türkiye adına) kendileri için de bir sırdı.” şeklinde değiştirerek, konferansı sanırım özetleyebilirim. İyi günler, iyi bayramlar. 13 Ekim 2013. Merhaba, İstatistik sorunsalımız hakkında aslında akademik bir şeyler çıkarmak istiyorum ancak yine içimi dökmeye karar verdim ve yazmadan duramadım. :) Tabii ki akademik bir üslup ve içerikle konuyu daha sonra yeniden ele almayı düşünüyorum. Şimdi, yaşadığım sıkıntıların sadece bir tanesi üzerinden derdimi kısaca anlatmaya çalışacağım. Bir iktisatçı olarak sık sık makro iktisadi göstergeleri takip etmeye çalışıyorum. İstatistikler, doğru olarak hesaplandığında dahi zaman zaman gerçeği sunmasa bile, en azından birbiri ile bağlantılı incelediğinizde özellikle makro analiz çalışmalarında iktisatçılar için önemlidir. (İstatistiklerin okunmasının arkasında yatan dünya görüşü ise ayrı bir değerlendirme gerektiriyor. Bkz: Şimşek – Rodrik tartışması. Şimdilik sadece yayın kısmıyla ilgilenelim.) Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de bilimsel manada veri yayımlayan TÜİK, TCMB, Hazine, Kalkınma Bakanlığı (eski DPT) gibi birçok kurumu var. Ancak bu kurumların istisnasız hepsinin istatistik veritabanları rezil durumda ki çoğu da, kuruma özgü bir istatistik olmadıkça, TÜİK kaynaklı çalışıyor. Hal böyleyken, adı üzerinde istatistik kurumu olan TÜİK’in istatistikleri en çok başvurduğum istatistikler oluyor ya da boğuştuğum! Örneğin; şuradan Türkiye’nin GSYİH’sına ilişkin tarihsel verilere (hatta Osmanlı’ya ait verilere de) ulaşmak istiyorsunuz ve veri-setini açıyorsunuz. Aaaa o da ne? En eski veri 1987 yılına! ait ve 87’den 2013’e tek bir seri oluşturmanız bile mümkün değil! Çünkü iki farklı seri kullanılmış ve serileri birbirine bağlayacak endeks değerlerini sunmaya gerek bile görmemişler. Baz yılı değiştirmek kabul edilebilir bir hamledir ancak istatistiklerle çalışanlar için en azından endeks kolaylığı sağlanabilir. Nitekim TÜİK'te bu özellik yok; ‘87 serisi 2006’da bitiyor, ‘98 serisi de '98'den bugüne olan verileri kapsıyor. Bu verdiğim sadece bir örnek. Diğer veriler için de durum aynı, yani tarihsel karşılaştırma yapmanız zor. Bunun için elle endeks rakamlarını hesaplayıp bir yargıya varmanız gerekli. Örneğin, ilgili milli gelir istatistikleri için, ‘87 milli gelir serisi ile ‘98 milli gelir serisinin büyüme rakamlarını direkt olarak karşılaştırmanız teorik olarak olanaksız ve yanlıştır. Bunun yerine şöyle bir istatistik göstergeler kitabından verilere ulaşmaya çalışırsınız ya da benim gibi başka veritabanlarını (yerli ve yabancı) tırmalamaya çalışırsınız. Öte yandan, erişilebilirlik ve tarihsel karşılaştırma sorunlarına ek olarak veriler için ciddi bir güvenilirlik sorunu da söz konusu. Hangimiz Türkiye’de enflasyonun gerçekten %8, işsizliğin ise %10 civarında olduğuna ya da cari işlemler dengesindeki altın ihracatı kalemindeki verilere inanıyoruz? Bu işlerle biraz ilgilenen insanlar TÜİK’in veri güvenilirliğini son yıllarda iyice kaybettiği konusunda hemfikir. Toparlamak gerekirse, istatistik kurumlarının verileri;
Maalesef bu özelliklerin hiçbirini taşımayan TÜİK istatistik veritabanı benim gibi iktisatçıları serbest güreşe davet ederken, TÜİK sanırım verilerinin muhteşem olduğunu düşündüğünden şu sıralar veriler yerine logo ve arayüz yenilemekle meşgul! Aslında hangi kurumumuz profesyonelliğe, disipline, etiğe bağlı çalışıyor ki TÜİK çalışsın değil mi? Balık baştan kokar. İyi günler. |
AuthorMuhtelif notlar... Archives
Kasım 2017
Categories |