Tekrar merhaba,
Rusya notlarının ikinci ve son bölümü ile karşınızdayım. Yazı dizisinin birinci kısmı olan St. Petersburg notları için bu yazıyı inceleyebilirsiniz. St. Petersburg sonrası 19’u sabahı oldukça modern (Alman üretimi) bir hızlı trenle saat 10.30 gibi Moskova’ya vardık ve ardından kalacağımız hostele geçtik. Ancak o hostelde şöyle bir sıkıntı yaşadık: Hostele vardığımızda (Fresh Kuznetsy Hostel), görevli bizden ödemeyi nakit olarak vermemizi istedi. Booking.com’dan rezervasyonu kartla ödeme yapılacak şekilde yaptığımı söylememe rağmen ısrarla nakit istedi. Tabii bu arada İngilizce sorununu yine yaşadık :) Ben de kesinlikle nakit vermeyeceğimi, kart kabul etmeleri gerektiğini söyledim. O zaman da sayın görevlimiz bilgisayar ekranından bir siteyi açtı ve “sistemin” %5,27 komisyon alacağını söyledi! Haliyle önce nakit isteyen, ardından da kredi kartı için saçma kurnazlıklara giren yerde kalamazdık ve oradan ayrıldık. Tabii bu arada elimizde çantalar ve valizler var :) Şehir merkezine geldiğimizde önce yine bir şehir rehberi edindim. Oradan önerilen uygun hotellere baktık ve yoldan geçen ve İngilizce bileceğini düşündüğümüz insanlardan rica ederek ilgili yerleri aramalarını sağladık ancak doluydu :) Sonra yeniden booking.com’a bakalım diye düşündük ve wi-fi olan bir kafeye oturduk. Oradan bir hotel (Hotel Cosmos) ayarlamızla beraber hemen yola koyulduk. 3 yıldız taşıyan bu hotele vardığımızda, görevliyle ilgili rezervasyon bilgilerimi paylaşmaya çalışırken (yine İngilizce sorunu) yeniden bir sıkıntı çıktı :) Görevli bana sadece bir kişilik rezervasyon yaptığımı ve ilgili durum için rezervasyon birimiyle telefonda görüşmem gerektiğini söyledi. Ben de sakin kalmaya çalışarak hotelden ayarladıkları telefonu açtım. Önce Rusça konuşan bir görevli çıktı, ben İngilizce cevap verdikten sonra sanırım beni bir yere bağladı fakat 4-5 dakika boyunca kimse cevap vermedi. Ben de yine sakin kalmaya çalışarak :D Emre’nin tabletinden de faydalanarak booking.com’daki rezervasyonumuzun ayrıntılarını anlatmaya çalışırken sonunda İngilizce bilen bir görevliye denk geldik ve birkaç dakika içerisinde odaya geçtik. (Bu arada kan ter içerisinde kaldığımızı söylememe gerek var mı?) Hotel çok büyük ve 3 yıldızlı olmasına rağmen wi-fi verimli çalışmıyordu ve mobilyalar çok çok eskiydi. Gerçi bunlar çok büyük sorunlar sayılmaz. :) Yeni ürünlere sahip olmak zorunda değiller ama pratik zekası olmayan personeli bünyem pek kabul etmiyor. Ancak yine de şansımıza Kozmonot müzesi ve anıtı, TV Kulesi ve birkaç önemli katedral hotele yürüme mesafesindeydi ve odamızdan görülebiliyordu. Moskova maceramız, biraz yorucu şekilde, böylece başlamış oldu. Moskova’da kaldığımız 3 gün boyunca Kızıl Meydan ve bünyesindeki Kremlin Sarayı (birkaç bölümden oluşuyor), St. Basil Katedrali, Tarih Müzesi, Lenin Mozolesi, Bilinmeyen Asker Mozolesine ek olarak; Tretyakov Galerisi, Victory Park, Gorki Parkı, Pushkin Müzesi, Bolshoi Tiyatrosu, Moskova Devlet Üniversitesi, Kozmonot Müzesi ve Anıtı, TV Kulesi, İşçi Adam ve Çiftçi Kadın Heykeli, Arbat Sokağı (hediyelik eşya yeri), Kurtarıcı İsa Katedrali, Ünlüler Mezarlığı gibi birçok yeri gezip görme şansımız oldu ki bunların yanında gidemediğimiz yerler de oldu. Bu yerler hakkındaki ayrıntılı bilgiyi de yine ve yeniden Hz. Google’a bırakıyorum. Moskova’daki günlerimizde görme fırsatına eriştiğimiz bu tarihi yerlerin hepsine dair gezi notlarımı yazmam pek mümkün değil. Bu nedenle benim için öne çıkan üç yerden bahsetmek istiyorum. Ancak bahsetmeden önce belirtmek isterim ki dikkatimizi ilk çeken nokta tabii ki harika Moskova Metrosu oldu. (Özellikle 5 numaralı hat ne kadar akıllıca tasarlanmış değil mi?) Bu arada duraklardaki tabelalalarda Latin harfleriyle durak isimleri yazmıyor, yani Kirilce şart ve aslında eğlenceli de :) Ancak muhteşem ağı ve hepsi birbirinden güzel istasyonları ile metro kendi başına bir yeraltı şehri niteliğinde. Benim için gezilmesi gereken üç kritik nokta ise şunlardı: Birincisi Kızıl Meydan ve etrafındaki müze – mozole – katedraller, ikincisi Nazım Hikmet’in de mezarının da yer aldığı Ünlüler Mezarlığı ve son olarak Kozmonot Müzesi. Hotele yakın olduğu için önce Kozmonot müzesini gezdik. Beğenilmeyen Sovyetler’in uzaya ilk insanı göndermeyi başaran uygarlık olduğunu unutmayalım. Özellikle benim gibi Gagarin’in deneyimleriyle özel olarak ilgilenen biri için müze harika bir gezi deneyimiydi. Bu teknolojik gelişme Sovyetlerin dünyayı sömürmeden de neler yapılabileceğini gösterdiği örneklerden birisi sadece. Şimdi önem sırasındaki ilk iki yere gelelim: Kızıl Meydan şehrin tam ortasında ya da şehri Kızıl Meydan etrafına kurmuşlar diyebilirim. Ayrıca fotoğraftan da dikkatinizi çekebileceği üzere biz gittiğimizde meydanda sanırım konser tarzı bir etkinlik hazırlığı vardı. Meydanı boş haliyle görmek daha büyüleyici olabilir. Yukarıda belirttiğim gibi Kremlin Sarayı, St. Basil Katedrali, Lenin Mozolesi, Tarih Müzesi ve Bilinmeyen Asker Mozolesi Kızıl Meydan hinterlandında. Yine bazı diğer önemli yerler de Kızıl Meydan’a yürüme mesafesinde. Bu müzelerin hepsinin içine giremedik çünkü her müzeye girmeye çalışırsanız bizim gibi paranız suyunu çekebilir :) Ama Kızıl Meydan’da olmak ve her ne kadar üzerinden yirmi küsür yıl geçmiş olsa da o havayı alabilmek benim için müthiş bir deneyimdi. Bu duygumu tam olarak kelimelerle ifade edebilmem mümkün değil; önce hissetmeniz sonra da orayı yaşamanız gerekli... Nazım Usta ziyaretimiz ise şöyle oldu: Önce mezarlığı biraz arayarak bulduk. Sonra tabii ki ustanın yerini bulmamız gerekiyordu. O arada yine bir süre debelendik :) ve sonradan Türkiye’ye iş gezileri için geldiğini öğrendiğim birinden yardım aldık ve onunla Nazım Usta üzerine konuşma fırsatım oldu. Kendisi onun neden burada olduğunu sordu ve ben de malum nedenleri anlattım. Üzücü :( ve tabii ki burada da gerçekten çok farklı duygular hissettiğimi söyleyebilirim. Tıpkı St. Petersburg'da olduğu gibi Moskova'da da üç gün boyunca şehri adım adım gezmeye çalıştık diyebilirim. Zaten yurtdışı gezileri böyle yapılır diye düşünüyorum. Bir başka deyişle Moskova’nın birçok yerini gezip gördük ve yerel yemeklerden tatmaya çalıştıktan sonra 22’si öğleninde hotelden çıkışımızı yaptık ve Sheremetyevo Havalimanından, 25 dakika da rötar yapan 18.30 akşam uçağıyla da İstanbul yollarına koyulduk. Yerel saat avantajı ile de 3 saatlik yolculuğa rağmen 21.00 civarında İstanbul Atatürk Havalimanı’na vardık. Türkiye’ye geldiğimi ise 8-9 dakika metro bekleyerek, metroda 60 yaşlarında bir amcanın yine o yaşlarda olan eşini bizden sakınmaya çalışması (bayan varmış oturamazmış bizim yanımıza!), artık klasikleşmiş metrobüs rezaleti (itişenler, ayağınıza basıp özür bile dilemeyenler, havasız araçlar vs.) ile anladım ve kendi kendime “Welcome to Turkey Togan!” diyerek alıştığımız kaos hayatına, bir haftalık ara sonrası, dönüş yapmış oldum. Bu geziye ilişkin bazı önemli notları ve tavsiyelerimi şöyle toparlamak isterim (bazılarına yazı dizisinin satır aralarında değinmiştim): 1. Rusya’da SSCB sonrası kapitalizme geçiş sürecinin tamamlanmadığını çok rahat görebilirsiniz. Bir yanda “avm”ler, bir yanda eski doku, bir yanda yolsuzluklar, bir yanda sade halk, bir yanda lüks içinde yaşayanlar… Öğrendiğimize göre Putin’in, Yeltsin’in yarattığı sıkıntılı vaziyeti düzeltmesi sonrası hala bu haldeler ki tahminlerim de o yöndeydi. Eski sistemin unsurları vaktinde çok iyi kurulmuş ama yenilenmemiş, sonra onu çöpe atmaya çalışmışlar (bkz. Şok tedavi) olmamış, şimdi de bu durumdalar. 2. Sosyalizmin yarattığı bir sonuç mudur yoksa kapitalizme geçiş sonrası mı böyle olmuştur ya da tam da bu nedenle mi kapitalizme geçiş halk desteği görmüştür bilemem ama sosyal bilimci gözüyle bakarsanız halkın bir zamanlar Türkiye’deki muhafazakar kesimin yaşadığı türden bir kimlik bunalımı yaşadığını ve hatta biraz da “görmemiş” olduğunu sezebilirsiniz. Kapitalizm geliştikçe görmemişlikleri ortadan kalkabilir ama eskiye özlem de duyabilirler, izleyip göreceğiz. Zira yaşlı ve genç nüfus arasındaki tüketim kalıbı farkı (telefonlar, giysiler vs.) çok net. 3. Biz İstanbul’da etrafta çok fazla polis görmeye alışkın olduğumuz için bazı noktalarda polis görmek çok anormal izlenim yaratmadıysa da; istasyonlarda, sokaklarda ortalama bir Avrupa şehrine göre daha çok polis var. Ayrıca direkt olarak rüşvet isteyen bir kamu görevlisi ile karşılaşmadıysam da polislerin pasaport kontrölü bahanesiyle rüşvet isteyebileceği aklınızda olsun. Ayrıca maalesef işten kaytaran memur mantığı birçok yere işlemiş durumda. Pratik çözüm ruhuna henüz sahip değiller. Çok kez derdimizi anlatamadık ve yavaş işleyiş bizi yordu. 4. İngilizce bilmiyorlar! Şanslıysanız İngilizce bilen birilerine denk gelebilirsiniz. Hatta Türkçe bilenlere denk gelmeniz daha olası zira birçok Türki Cumhuriyet kökenli insan oralarda iş tutmuş :) Bu nedenle en azından Kiril alfabesindeki harflerin latin karşılıklarını öğrenmeye çalışın (dediğim gibi öğrenmeye çalışmak zor değil ve gayet eğlenceli). İlk günden itibaren bu çok işime yaradı, çünkü birçok yerde latince karşılık bulamayabilirsiniz. 5. Hollywood filmlerinin etkisinde kalıp Rusya hakkında kötü fikirlere kapılmayın. Rusya benim ölçütlerime göre bizden daha gelişmiş bir ülke. Mesela yukarıda söylediğim dil ve kısmi görmemişlik sorununu saymazsak insanlar bizden daha kültürlü ve medeni. Trafik kurallarına uyuyorlar, birbirlerini sokakta rahatsız etmiyorlar vs. Muhtemelen eğitim ve sağlık sistemi de bizden ileridedir. 6. Gittiğimiz iki şehir de düz bir şehir. Tepeleri vadileri vs. yok. Ayrıca her iki şehir de oldukça düzgün kentleşmiş ve muhteşem bir ulaşım ağı var. Düzgün ve geniş caddeleri otobüsler, troleybüsler, tramvaylar, trenler ve metrolarla örmüşler. Evet, ulaşım araçları yeni değil ama İstanbul’dakiler yeni de ne oluyor değil mi? :) (“Demiryolu gomilist işidir!” diyenlere selam!) Ayrıca her istasyon bir bina şeklinde ve bir sanatsal kimliği var. Bu nedenle her gittiğiniz yabancı memlekette yapılması gereken temel şeyi yapın ve bir harita edinin. Bu sayede istediğiniz yere çok kolay ulaşabilirsiniz. “Şurası haritaya göre uzak” diye çekinmeyin. 7. Yanınızda mutlaka nakit (ruble) bulundurun. Çünkü bazı yerlerde kredi kartı geçmiyor. (kapitalistleşme konusunda önlerinde yol olduklarını anlayabileceğiniz başka bir gösterge) Geçen yerlerde de ender de olsa komisyon isteyebilirler. Tekrar hatırlatayım, kur 1 TL = 16,2 Ruble civarında. Ayrıca Euro ve Dolar dışındaki para birimlerini öyle her yerde ruble ile değiştiremeyebilirsiniz. Bunlara ek olarak kent yaşamı pahalı; içki, sigara ve ulaşım dışında fiyat seviyesi İstanbul düzeyinde. 8. Akdenizli olduğumuz için insanlar size soğuk görünebilir ama genelde öyle değiller. Yardımcı olmaya çalışanlarla mutlaka karşılaşırsınız. 9. Müzelerde giriş ve fotoğraf çekmek ayrı ücretlere tabi. Kontrol için odalarda görevliler var ama fotoğraf çekerken yanınıza gelip de biletinize bakmıyorlar. 10. Yazı dizimde de bahsettiğim Azeri esnaftan öğrendiğim kadarıyla Türk hükümetini Amerikancı buluyorlar ve sevmiyorlar. Ancak bunun bize karşı direkt bir yansıması olmadı. 11. “Ya bu et domuz etiyse” gibi bir fikriniz varsa korkmayın. Çoğu yerde birçok alternatif var. Ayrıca Mc-Donalds, Subway gibi yemek yerleri şehirleri işgal etmiş durumda. (ABD’nin askersiz işgal başarısı).Yerel yemekleri tadın. Ayrıca Türkiye’de bir türlü bulamadığım kahve kültürünü canlı canlı yaşamak güzeldi :) 12. Hediyelik olarak alınması gerekenler olarak tabii ki bir numarada votka, sonra da matruşka ve şehir magnetlerini önerebilirim. Hediyelik eşya dükkanlarında oldukça fazla alternatif var. Yalnız, hediyelik eşya satan mağazalarla mutlaka pazarlık yapın. (Pazarlık konusunda en çok Türklerden çekiyorlarmış.) Fiyatları yarıya kadar indirebiliyorlar. Çünkü sanırım üretim yerli değil. Her yerde olduğu gibi orada da Çin işgali söz konusu. (Çinli mağaza patronları ve duyduklarımız bu argümanı temellendiriyor ancak kesin öyledir diyemem.) 13. Amerika’ya gitmiyorsunuz. Tarihi, kültürel birikimi ve kimliği olan bir medeniyetin kurduğu şehirlere gidiyorsunuz unutmayın. Tarihi değerlere, parklara ve şehrin dokusuna sahip çıkıyorlar. Bu özellikler bizim belediyelerimizde yok. Parkları AVM'ye, eski binaları rezidansa dönüştürmeden de şehirciliğin olabilirliğini veya nasıl olması gerektiğini görebilirsiniz. Bir kent ve insanları; sadece son model otomobiller, bilgisayarlar veya gökdelenler, modern binalar demek değildir. 14. Son bir genel notla bitirmek isterim, gideceğiniz yerlerde “tur” saçmalığına girmeyin. Avrupa kentleri bizimkilere benzemez. Çok rahatlıkla kendiniz gezebilirsiniz. Özgürlüğünüzü kısıtlamayın. Efendim sözün kısası zıtlıklar ülkesi Rusya’yı mutlaka ziyaret edin. Belki benim gibi kızıl meydanda AVM (bkz: evimizin içine bile AVM yapacaklar!) olmasına içerleyebilirsiniz ancak eğlenceli vakit geçireceğiniz kesin. İyi günler. 24 Eylül 2013
2 Comments
Merhaba, 17-18 Eylül tarihlerinde yapılan Uluslararası Avrasya Ekonomileri Sempozyumuna Ekonometri Bölümünden arkadaşım Emre ile yazdığımız ortak bildirinin kabul alması sonrası bize Rusya yolları görünmüştü :) Biz de ayağımıza kadar gelen fırsatı kaçırmayarak kendimize bir haftalık bir plan yaptık. Buna göre 16’sı sabahı St. Petersbug’da olacak şekilde İstanbul’dan hareket edecek ve 22’si akşamı da Moskova üzerinden İstanbul’a dönecektik. Bu plana göre toplamda booking.com’dan 6 gece - 7 günü kapsayacak şekilde iki hostele rezervasyon yaptık ve planımız küçük aksamalara rağmen gerçekleşti. Bu yedi günlük Rusya seyahatimizi mümkün mertebe özetlemeye çalışarak iki yazı halinde yayımlacağım. 15 Eylül’ü 16 Eylül’e bağlayan gece saat 00.15’te Atatürk Havalimanından başlayan ve yaklaşık 3 saat süren St. Petersburg yolculuğumuz sonrası, saat farkının da etkisi ile yerel saat ile 04.30 civarında küçük ve eski bir havalimanı olan Pulkovo Havalimanına indik. Haliyle önceden erken geleceğimizi haber vermiş olsak da o saatte önceden ayarladığımız hostele gidemezdik. Zaten uçakta ve havalimanında düzgün İngilizce konuşamayan personellerle uğraşmak zorunda kaldık. Neyse ki bir şekilde havalimanı çıkışı sonrası bizim gibi sempozyuma gelenlerle birlikte bir otobüsle metro durağına geçtik. Oradan da biz kalacağımız hostele geçtik. Havalimanındaki personelin bile İngilizce sıkıntısı varken hosteldeki görevlinin İngilizce bilmesi beklenemezdi :) ve biz de derdimizi anlatamadık ama en azından bavulları bırakıp Rusya havası solumak için sokaklara çıktık. St. Petersburg (önceki adlarıyla Petrograd veya Leningrad) tarihi olan, muhteşem bir dokuya sahip, barok mimarisin enfes örneklerini görebileceğiniz bir kent. (Ayrıca kent koruma altında tutuluyor. Ör; binanızı kafanıza estiği gibi boyamanız vs. mümkün değil ya da başka bir gösterge olarak Gazprom’un şehre gökdelen yapma isteği reddedilmiş.) Kentin kendisi bir bütün olarak sanat eseri gibi duruyor. Şehri Fransız estetiği ile Alman mühendisliğinin birleşimi olarak nitelendirebilirim. Öte yandan bizim gibi İstanbul kaosunda yaşamaya alışanlar için çok büyük bir şehir değil. Gitmeden öğrendiğimiz ve daha sonra Moskova ile karşılaştırıp onayladığımız kadarıyla St. Petersburg daha batılı bir kent. (Bu önermeyi kendi adıma salt olumlama anlamında kullandığım düşünülmesin.) İnsanların tüketim kalıpları, duruşları vb. birçok unsur size bir Orta Avrupa kentindeymişsiniz havası verebilir. Şehirde Nevsky caddesi diye ünlü bir cadde var ve birçok kritik mekan / müze / park bu caddenin etrafına toplanmış durumda. Ayrıca yine bu caddenin bağlandığı şehrin kuzey kısmında - ada kesiminde de önemli yerler var. Bu açıdan keşfi oldukça kolay bir kent de aynı zamanda. Görülmesi gereken yerler olarak öne çıkan Hermitage Müzesi, Kazan Katedrali, Kanlı Katedral, Peter-Paul Kalesi, Aurora Kruvazörü, Peterhof Sarayı, Askeri Açık Hava Müzesi ve bunların dışında hepsi birbirinden güzel caddeleri, kiliseleri ve daha birçok yeri ile St. Petersburg sanat tutkunları için muhteşem bir kent. Bu yazdığım önemli yerlerin ayrıntılı açıklamasını yapmayacağım. Tek tek anlatmaya kalkarsam her biri için ayrıca yazı gerekir. İlgilenenler için Hz. Google oldukça geniş bilgi sunmakta. :) St. Petersburg, Rusya'nın en büyük kenti olmamasına rağmen, St. Petersburg metrosu yanında İstanbul metrosu çuf-çuf olarak kalıyor. Her metro istasyonu bir kimliğe sahip ve Moskova kadar olmasa da sanat eseri gibiler. Ayrıca şaşırdığımız bir nokta da insanlar metrolarda telefonla konuşabiliyorlardı. Yanlış anlaşılmasın, metro bizdeki gibi arada yerin üzerinden gitmiyor, yerin oldukça altından gidiyor. (Moskova metro ağı ise başlı başına bir mühendislik harikası.) Öte yandan St. Petersburg’da yerel lezzet olarak borç çorbası ve şu an adını unuttuğum bir et yemeğini yiyebilirsiniz. Muhteşem değiller (Adını unuttum oradan anlayın.) ama denenebilir. Nevsky caddesi boyunca ve birçok yerde birçok kafe - restaurantta yemek yiyebilirsiniz ve tabii ki bir şeyler içebilirsiniz. Türkiye gibi içki bazı yerlere özgü bir lüks değil. Biz ilk iş olarak İngilizce şehir haritası bulmaya çalıştık ancak büfelerde vs. bulamadık. Önce Rusça sonra da İngilizce harita – rehber bulmayı başardık. (Başardık diyorum çünkü İngilizce bilmemelerinin yanında doğal olarak turistlere yönelik pazarlama mantığı henüz yerleşmemiş. Beğenmediğimiz Sultanahmet esnafı bu konuda daha çok iş bitirir konumda diyebilirim.) Bu sayede seyahatimiz oldukça verimli geçti. İlk gün, ayın 19’u için Moskova’ya gidiş biletini almaya karar verdik. Tren istasyonunda gişedeki görevli teyzemiz inanılmaz ağır çalışmasına ek olarak iki kelime dahi İngilizce bilmediği için kılı kırk yararak bileti aldık. O arada bir Rus gençle Eurobasket muhabbeti olmak üzere birçok şeyi konuştum ve o genç vasıtasıyla teyzemizle anlaştık ve oldukça pahalı olan St. Petersburg – Moskova hızlı tren biletini cebimize koyduk. (Tren bileti oldukça pahalı. Zaten kent pahalı bir kent. Yanlış hatırlamıyorsam bilet 3700 ruble - yaklaşık 230 TL idi. Yani kur şöyle: 1 TL: 16,2 Ruble - Paralarındaki sıfırlar sizi kandırmasın.) Şehirde geçirdiğimiz üç gün boyunca nereye hangi sırayla gittiğimizi tam olarak hatırlayamıyorum çünkü gerek ulaşımın kolaylığı, gerekse tarihi yerleri gündüz ve gece ayrı ayrı görme isteğimiz nedeniyle birçok yere iki veya üç kere gittik. Yukarıda yazdığım yerlerden Peterhof Sarayı hariç hepsini gördük. (Özellikle Hermitage Müzesi ve Kanlı Katedral'i öncelik sıranızda üstlere yazmanızı tavsiye ederim.) Emre’de olan adım sayacı da ortalama olarak her gün 25.000 civarında adım attığımızı gösterdiğine göre sanırım şehrin altını üstüne getirmişiz diyebilirim :) Ancak kabaca ilk gün şehri genel olarak keşfettiğimizi, ikinci gün sempozyuma katılıp sunum yaptığımızı üçüncü gün de yeniden gezdiğimizi söyleyebilirim. (Evet şu an akademisyenlerin ipliğini pazara çıkartıyorum: İki günlük sempozyumun sadece bir gününe katıldık. Kendimizi kandırmayalım, bu tip sempozyumlarda sunum yapan herkes, açılış hariç sadece kendi sunumunun olduğu oturuma katılır ve en fazla o günkü sunumları dinler. Tabii ki bu önerme herkesi kapsamaz ama genel eğilim bu yöndedir. Bunu bu tip sempozyumların güzel şehirlerde yapılmasından da anlayabilirsiniz. Bu arada sempozyumda sabahleyin açılış oturumunda beni kahvesiz bırakanlara da ayrıca teessüf ederim :p ) Bu müzeleri gezerken her bir müzenin tek başına en azından bir gününüzü alabileceğini unutmayın. Özellikle Hermitage müzesi farklı bölümleriyle bir hafta boyunca bile gezilebilir. Biz de zaman ayarlamamızı ona göre yaptık. Tabii bazı ilginç şeylerle de karşılaştık. Örneğin, müze girişi ile fotoğraf çekmenin ayrı ayrı ücretleri olduğunu öğrendik. Kanlı Katedral’in yanıbaşındaki hediyelik eşya dükkanlarında bir Azeri esnafla karşılaştık ve nispeten ucuza hediye almayı başardık. Bu esnaf arkadaşımız, ürünler için iki fiyat olduğunu, Türklere yarı fiyatına verdiğini, ancak mesela Amerikan bir turist geldiğinde indirim yapmamaya çalıştığını söyledi. Ayrıca bildiğiniz gibi son G-20 zirvesi St. Petersburg’da yapıldı. Bu zirve sonrası hükümetten bazı kişilerin ondan hediyelik eşya aldığını da öğrenmiş olduk. Son olarak kaldığımız hostel, SS Hostel’di. Booking.com kullananlar için tavsiye ederim. Hem ucuz, hem oldukça temiz, hem de şehrin tam merkezinde. Hosteller sizin için uygun değilse hotel fiyatlarının yüksek olduğunu hatırlatmak isterim. St. Petersburg'da geçirdiğimiz üç tam gün sonrası 19'u sabahı saat 06.45'te hızlı trenle Moskova yolculuğuna çıktık. Moskova günleri ve Rusya seyahati için sosyal-bilimci gözüyle kritik gördüğüm notlar ile tavsiyeleri içeren bir sonraki yazıda görüşmek üzere. 23 Eylül 2013 Bazen basketbolda istatistiklerde "görünmeyen" işler yapan oyuncular vardır. Efes'ten son dönemlerde aklımda kaldığı kadarıyla Michalis Kakiouzis, Jamon Lucas gibi oyuncular istatistik kağıdında muhteşem bir performansa sahip olmasalar bile, verdikleri çok akıllı bir pas, yaptıkları çok kritik bir savunma, kritik bir anda doğru oyunu oynamaları ve her zaman belli bir çizgide oynamaları ile takımlarına ciddi faydalar sağlarlar. Bu yönleriyle de Popovich, Mahmuti, Ivkovic gibi sisteme sadık koçlar için çok çok önemlidirler. Eurobasket 2013'de çok kötü bir performans sergileyerek ilk turda elenme başarısını! gösteren milli takımımızda da böyle iki oyuncu vardı: Ender Arslan ve özellikle cesuryürek Kerem Gönlüm! Turnuva sonrası, maçları izleyen kime sorsak Gönlüm ve Ender dışındaki tüm oyuncuların ve teknik ekibin rezil bir turnuva geçirdiğinde hemfikirdir muhtemelen. Tabi ki istatistikleri çöpe atmıyoruz. Nitekim bu görüşün altyapısını, 5 maçlık kısa turnuva maceramızın istatistiklerine baktığımızda da görebiliyoruz. Takımda maç başına 12.4 sayı, 6,4 ribaund ile Gönlüm bu alanlarda takımın en iyisi konumunda. Ender ise maç başına 11,6 sayı ile üçüncü skorer, 3,6 asist ile ikinci asistçi konumunda. Oysa istatistikler başka rakamlar da söylüyor. Örneğin; Ersan da 12,2 sayı ve 5 ribaund ve Emir de bençten gelen bir oyuncu olarak 8,8 sayı, 3,8 asist, 3,8 ribaund ile başarılı bir turnuva geçirmiş gibi görünüyor. Peki maçlarımızı izleyenler neden sadece Gönlüm ve Ender'den bahsediyor? Cevabı oldukça basit aslında: "istatistiklerde görünmeyenler". Kağıt üzerinde turnuva öncesi Gönlüm ve Ender bu takım için yıldız statüsünde değillerdi ve onlardan beklenen Hido, Ömer ve Ersan'ın yanında yardımcı rol oynamalarıydı. Ancak turnuva boyunca gördük ki bu takımda iş ahlakı ile oynayan sadece Gönlüm ve Ender'di. Şöyle ki; bu oyuncular parkedeyken takım hücumda ve özellikle savunmada hareketlendi. Gönlüm 36 yaşında olmasına ve çoğu zaman alışık olmadığı kısa forvet pozisyonunda olmasına rağmen müthiş bir çabayla direnmeye çalıştı (#direnkeremgönlüm), yetmedi fast-break olunca rakip potaya ilk koşan oyuncu oldu - takımı ateşlemeye çalıştı. Ender de oyundayken takım nispeten daha düzenli hücum etti ve inisiyatif alması beklenen NBA yıldızlarımızın! yetersiz kalması ile maç içerisinde, potansiyeli çerçevesinde, skor üretti, takımı ayakta tutmaya çalıştı. Ancak kronik guard sorunumuz, koçun takımda kimin ne yapacağını kendisinin dahi bilmemesine, NBA yıldızlarımızın! kötü performansı ve en önemlisi takım kimyamızın neredeyse 0 olması gibi nedenler eklenince ilk turda elendik. Avrupa tarzı basketbolu seven ve uzun yıllardır Efes'i seyreden bir taraftar olarak, Gönlüm'ün ve artık 30 yaşın verdiği olgunlukla oynayan Ender'in bu performanslarına değil, NBA yıldızlarımızın! performanslarına şaşırdım diyebilirim. Daha açık belirtmek gerekirse, NBA oyuncularımızdan muhteşem olmasa da kritik anlarda maça ağırlıklarını koyacakları oyunlar beklemiştik ve bu beklentiler boşa çıktı. Gönlüm ve Ender'den de yardımcı olmalarını beklemiştik, ancak çok daha fazlasını yaptılar! Dolayısıyla, maçları takip eden basketbolseverlerin veya herhangi bir vatandaşımızın gönlünde sadece bu iki oyuncu taht kurmuş oldu. Diğer oyuncular ise NBA'de veya Türkiye'deki büyük takımlarda garanti kontratları ile mutlu mesut yaşayabilir. Kerem bizim GÖNLÜMÜZDE! 2010'daki başarı sonrası "...ama maddi-manevi laylaylaylay ooooo Türkiye....." diyenlerin şu turnuva sonrası neler düşündüklerini de merak etmeden duramıyorum! Bu arada turnuva sürüyor ve özellikle F grubunda çok sıkı maçlar oluyor. Kaçırmayın derim. Basketbol dolu günler. 13-14 Eylül 2013 |
AuthorMuhtelif notlar... Archives
Kasım 2017
Categories |